Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Bekçi Amos’un Hastalandığı Gün

Minik bir fare, bir penguen, kocaman bir fil ve Bekçi Amos’un kağıt oynadığı bir kapak fotoğrafı ile başlayan bir kitap elimdeki. Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan, Philip C. Stead tarafından yazılan kitabın çizimleri Erin E. Stead’e ait. Resimler çoğu zaman kelimelerin yerine geçiyor ve tam anlamıyla sıcacık bir etki bırakıyor okuyan/izleyende. Türkçeye Esin Uslu tarafından çevrilen kitap oldukça güzel bir hikayeyi anlatıyor.

Bekçi Amos hayvanat bahçesinde görevli bir adam. İşleri ne kadar yoğun olursa olsun o yine de dostlarını ihmal etmiyor. Dostları da harika canlılar. Baykuş, penguen, fil, kaplumbağa alerjisi olan ve burnu sürekli akan gergedan bunlardan bazıları. Her birinin kendine göre özellikleri var ve Bekçi Amos bunları bilerek davranıyor. Örneğin utangaç penguenin yanında sadece onun gibi oturuyor. Ya da fil satranç oynarken hamle yapması için uzun uzun bekliyor. Ya da kaplumbağa ile yarışa girdiğinde her defasında onun kazanmasına izin veriyor. Geceleri karanlıktan korkan baykuş için masal okuyor mesela Bekçi Amos. Ya da her defasında burnu akan gergedan için mendilini hazır bulunduruyor. Kısacası dostluğun hakkını ziyadesiyle yerine getiriyor. Hayvanat bahçesindeki dostları da onunla vakit geçirmekten son derece mutlular.

Bir gün Bekçi Amos hastalanıyor ve işte hikayenin en güzel kısmı da burada başlıyor. Her gün kendilerini ziyaret eden ve vakit geçiren Amos gelmeyince hayvanlar da huzursuzlanıyor. Uzun bir süre bekledikten sonra hazırlanıp yola koyuluyorlar. Tüm dostları yanına gelince hem mutlu, hem de şaşkın olan Bekçi Amos bir an bocalasa da, kısa sürede hepsi için orta bir yol buluyor ve günü güzel geçiriyorlar. Rutin yapılan işler tersine dönüyor ve bu kez hayvan dostları bakıyor Bekçi Amos’a.

Yazının Devamı

Mitolojinin en güzel hikayeleri

Bazı kişiler göçüp gittiğinde bile arkalarında kendilerini yaşatacak güzel işler bırakıyor. Onlardan birisi de Kazım Özdoğan. Birebir tanımadım elbette kendisini ama “Mitolojinin en güzel hikayeleri” adlı kitabın son sayfasında yer alan “Eylül 2015’te aramızdan ayrılmadan önce tamamladığı son çevirisi elinizde tuttuğunuz bu mitoloji kitabıdır” notu bile bu kitap okundukça yaşayacağını gösteriyor. Çevirisini yapıyor Kazım Özdoğan ve onun aracılığıyla Türkçeye kazandırılıyor bu harika kitap. Dimiter Inkiow’un yeniden anlatımıyla ve Wilfried Gebhard’ın harika çizimleriyle bütünleşen kitap Gergedan Yayınları tarafından basılıyor.

Öncelikle kitabı elime aldığımda böylesine heyecanla kendimi kaptıracağımı düşünememiştim. İlk sayfalardan itibaren anlatılanlar bir anda beni de içine aldı sanki. Ne güzel bir iş yapmış Dimitri Inkiow, ne güzel bir iş yapmış da resimlerle çocuklara görünür kılmış yaşananları çizeri ve ne iyi yapılmış da Türkçeye kazandırılmış bu harika kitap.

Bazen gündelik hayatın içinde bazı şeyleri çok fark edemeyiz de aniden bir şey aracı olur farkındalığımızın artmasına, işte bu kitap da öyle bir şeye sebep oldu. Eski Yunan Tanrılarının Dünyasına bizi de götüren kitap mitoloji ile ilgili ihmalkarlığımı/ihmalkarlığımızı bir kez daha yüzüme/yüzümüze vurdu aslında. Aynen felsefede olduğu gibi. Aslında nasıl da hayatı beslediği, ruhumuza iyi geldiği, hayal dünyamızı genişlettiği bir yana, neden biz bunları eğitim sisteminde daha fazla göremiyoruz diye de hayıflandım. Mitoloji dersi olsaydı mesela ilköğretimde. Bir öğretmenimiz gelip de bize Zeus’u, Afrodit’i, Aşil’i, Eros’u ve diğerlerini anlatsaydı. Anlatırken bizi de o dünyaya çekseydi/çekebilseydi. Kendi öğrenciliğimde yoktu bunlar. Belki bugün yaşadıklarımız da aslında bizim felsefe, mitoloji, psikoloji, sosyoloji, edebiyattan; kısacası sosyal bilimlerden bunca uzak kalmamızdandır. İnsanlık tarihine dair ne varsa görerek büyütebilseydik çocukları, belki tarih bu kadar da tekerrür etmezdi. Kötü olan yok olmaya mahkum ya, o zaman iyi olana gidelim derdik belki de; derdi belki de bugünün kötülüğünü yaşatanlar. Savaşlar mesela, Truva Savaşları örneğin, nasıl da anlamsız geliyor okuyunca, ama işte tam da bugün başka amaçlar için benzer sahneler yaşanıyor çeşitli coğrafyalarda. Belki diyorum şiddet sarmalından çıkabilirdik, insanlığa mal olanları anlatma çabasında olsaydık. Örneğin bir kaplumbağanın kabuğundan yedi telli bir müzik aleti yapan Hermes’in hikayesini okuduğumuzda belki de dünyanın ilk lirik adlı müzik aletinin de doğuşunu izlerdik. Ya da Apollon’dan intikam almak isteyen Eros’un sebep olduğu olaylar sonrasında Defne ağacına dönüşen Dafne adlı masum su perisinin hikayesini dinleseydik, belki sözlerimizde daha dikkatli olurduk. Ne diyordu Zeus, yaşananları öğrendikten sonra Apollon’a “Söz, dayak yemekten daha derin yaralayabilir birini ve Eros çok hassas biridir sevgili oğlum!” Okuduktan sonra tekrar durup düşündüm üzerine ve sonra bugüne geldim yine. Sadece şort giydiği için kamusal alanda, bir otobüsün içinde şiddet maruz kalan bir kadının görüntüleri döndü mesela uzun uzun geride kalan haftada. Bu görüntüleri bilerek izlemedim, buna sebep olanlar kadar, bunu yapanı cesaretlendirenleri de düşündüm elbette. Ama ne yalan söyleyeyim en çok da bu şiddeti yapan hastalıklı adamın babasının ortaya çıkıp “Ama o da çok kısa şort giymiş” demesi rahatsız etti beni. Söz yaraladı, yaralıyor. Bir evlat yetiştiren ve öyle ya da böyle emek sarf ettiği varsayılan bir babanın bu sözleriyle, sorunun ne kadar derin ve hastalıklı olduğunu gördük aslında. Bu kişilerin en uygun şekillerde cezalandırılmamaları veya iyi hal indirimine uğramalarının da toplumsal sorunları derinleştireceğini biliyorum ve bir kez daha çocuklarımız için umuyorum ki gereken cezayı alsınlar ve bu ceza topluma örnek olsun. Bunun sorunu tek başına çözemeyeceğini biliyorum ve biraz da bu nedenle yazıyorum. Hani belki aldığı eğitimin bir yanında mitolojiye değinen, psikolojiden bahseden, insan haklarından dem vuran kişiler çıkarsa karşılarına belki böylesi söz sarf eden babalara rağmen başka türlü bir yaşamın varlığını görebilirler o şiddete başvuranlar.

Yazının Devamı

Bitlerimi geri verin!

Bazı kadınlara yaptıkları işlerden dolayı saygı duyuyorum. Onlardan bir tanesi de Azade Aslan. Hem Çıtır Çıtır Felsefe serisini Türkçe’ye çevirdi, hem de şimdi elimde olan “bitlerimi geri verin!” kitabını. Sökülmüş çorabı ilmek ilmek örmek gibi bir iş bu. Çevirmenlik deyince aklımda sadece bu canlanıyor. Çevirmenleri kamera arkası çalışanlara da benzetiyorum. Sanki işin tamamına yakınını üstlenip oldukça mütevazi bir şekilde geride duruyorlar. Onlar olmasa kamera önündekiler de olmaz aslında. Bu anlamda hem çevirmenler, hem de kamera arkası çalışanlar bence ödüllendirilmeli. Çalışma koşulları iyileştirilmeli tamamen. Düşünsenize başka bir dildeki kitabı okuyorsunuz, sonra onu kendi dilinize çeviriyorsunuz. Aynı tadı vermek için de eminim bir kelime üzerinde dakikalarını, bazen saatlerini harcıyordur o çevirmenler. Neyse ben konudan dağıldım Azade hanımı ve yaptığı işi düşünürken; hemen fabrika ayarlarıma dönüyorum.

Gün Işığı Kitaplığı’nın “bitlerimi geri verin!” kitabı Pierre Elie Ferrier’in kaleminden çıkmış ve resimleyeni de aynı kişi. En sevdiklerimden; hem yazıp hem çizenler. Kitabın başındaki ünlem işareti bir çocuğun çığlığı aslında. Bangır bangır bağırıyor o çocuk üstelik, belki de tüm yaşıtları adına. Anne babası çalıştığı için istediği gibi çocukluğunu yaşayamayan ve evin içine hapsolan bir çocuğun çığlığı bu. Hayatın getirdiği güçlükler karşısında çalışma hayatının içinde kendilerine bile yabancılaşan ve üstüne çocuk büyütmenin zorluklarıyla uğraşan anne babası oğulları Anton’un yalnızlığını fark edemiyorlar. Ya da fark edecek zamanları bile yok. Anton bilgisayar başında zamanını tüketirken aslında çocukluğunu da tüketenlerden. Maalesef ağaçlara tırmanır denilen çocukların günümüzdeki durumuna ayna tutuyor aslında yazar. Bina içlerinde büyümeye hapsedilen çocuklara acıyorum, bir de üstüne bilgisayarlara hapsedilenlere. İçimden hep; mutlaka başka bir yolu olmalı diye geçiyor bu iki tabloda da. Bu düşüncede anne babaların yaşam zorluklarını göremediğim fikri uyanmasın, illa ki onları aşan sorunlar var. Belki de ülke gündemine yerleşmeli çocukların temel hakları yeniden.

Anton’a geri dönersek; bir gün bir bit buluyor kafasında küçük kahramanımız. Bulduğuna da seviniyor. Bu yazıyı yazan ben dahil olmak üzere ilkokul çağında bitlenmemiş kimse yoktur herhalde. Ay ne çok ağlamıştım o gün. Şimdi bakınca geriye sadece gülüyorum. İlkokul öğretmeni arkadaşlarım da öğrencilerden gelen bitleri eve taşırken yaşadıkları zorlukları anlatırdı. Onlara da gülerdim. Neyse Anton bir anda yalnızlığını delen bu davetsiz misafirleri pek seviyor, sahipleniyor. Hayır bitlere işimiz düşene kadar en azından eve bir canlı alınsaydı diye geçiyor içimden. Neyse bitler hızla artıyor ve Anton’un neşesi katlanıyor. Ona hem meşgale hem de arkadaş çıkıyor bitler sayesinde.

Yazının Devamı

Gökdelene giren bulut

Bazı kitapları sadece konularından ötürü seviyorum. Elimdeki kitap da böyle. Gerçi sevdiğim kadar hüzünlendirdi de. Behiç Ak’ın Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan kitabı biz büyüklerin sorumsuzluğunu çocuklara anlatma telaşı bir yanıyla da.

Çok fazla şey geçiyor zihnimden. Özellikle büyük şehirlerde bir gram yeşile, oyun alanına ve doğaya hasret çocukların varlığı üzüyor en çok da. İstanbul en başta gidenlerden bir tanesi. Habire gökdelenlerin yükseldiği şehirde büyüyen çoğu çocuk için bisiklete binmek, oyun oynamak, paten sürmek, yürüyüş yapmak neredeyse imkansız. Aileleri zengin olanların çocuklukları fakirlikle geçiyor aslına bakarsanız. Çok yüksek fiyatlarla satın alınan bu devasa yapılarda büyüyen çocuklar için bir bakıma sanal bir gerçeklik yaratılıyor ve kendi küçük dünyalarında yaşamaları bekleniyor. Çocukluğumdan beri İstanbul’a sıkça gidip gelen birisi olarak bu şehirde çocuk büyütenlerin zorluklarına birebir şahit oluyorum.

Behiç Ak yine oldukça önemli ve dikkat gerektiren bir konuya yani çocuklar için kaybolan mekanlara dikkat çekiyor. Bazı insanların kaygılarını seviyorum. Onlar çocuklar için gerekli ve önemli olanı biliyorlar. Neyin olmaması gerektiğini de. İster istemez bu bilinç kalemlerine, çizimlerine, sözlerine yansıyor. Keşke yerel yöneticiler kadar tüm siyasi karar vericiler de bu sesi, çizimi, sözü duysa/duyabilse. Elbette çok güzel örnekler var. Mesela Eskişehir örneği var elimizde. Ama bunun yanında beton yığınları arasında yaşamını geçiren, en önemlisi çocukluğunu tüketenler var. Tüketenler diyorum çünkü ağacın dalına çıkmadan, rahatça bisiklet sürmeden, istediği gibi top oynamadan, paten sürmeden geçen bir çocukluk. Betonların içinde, gökdelenlerin tepesinde büyüyen çocuklar. Sokağa çıktıklarında nasıl davranacaklarını bilemeyen çocuklar…

Yazının Devamı

İstanbul’da Harika Bir Gün

Elimdeki kitabı kütüphaneden eve getirmemin en temel nedeni bir grup çocuğun içinde yaşadıkları şehri başka ülkeden gelen arkadaşlarına tanıtırken yanlarına aldıklarını gösteren görsellerdir. Kitaba tam da buradan yakalandım. Emir, Ela ve Ali isimli üç çocuk İstanbul’a gelen arkadaşları Wendy ve Kim’e İstanbul’u tanıtmaya hazırlanıyorlar kitabın ilk sayfalarında. Duygu İçil’in kaleminden çıkan kitabın resimlerini Ceylin Saral yapmış. Altın Kitaplar tarafından basımı yapılan kitap oldukça güzel temaları konu edinmiş.

Öncelikle sayfaları gezerken aklıma hemen ilköğretim çağındaki çocukların yaşadıkları şehri ve ülkeyi ne kadar tanıdıkları ve ne derece deneyimleyebildikleri soruları geldi. Bunun yanında biz büyüklerin de bu tür bir algıyı oluşturmada nasıl bir rol oynadığımızı düşündüm. Örneğin bu yazıyı okuyan herkes kendi açısından düşünse bu süreci acaba neler çıkar karşımıza? Tarihi yerleri ne kadar biliyoruz? Hangi mekanları deneyimleyebildik? Bulunduğumuz şehirde müze var mı? Varsa ziyaret ettik mi? Ettiysek oraya dair zihnimizde ne kaldı? Çocuğumuz varsa ona bu deneyimi edindirdik mi? Bu soruların hemen ardından aklıma çocuklar için müzeyi eğlence, oyun ve eğitim alanına çeviren Mardin Müze Müdürü Nihat Erdoğan geldi. O gelince de azıcık içime su serpildi yeniden. Lütfen en azından neler yaptığını görmek için ilgili müzenin resmi sitesini ziyaret edin.

Gelelim kitabımıza, çocuklar arkadaşlarına şehri gezdirmek için hazırlık yapıyorlar. İlk satırlarda da söylediğim gibi yanlarına aldıkları şeyler çekti en başta beni. Bir beslenme çantası alıyor çocuklar yanlarına ve içinde tamamen doğal şeyler var. Elma, meyve suyu, sandviç görünüyor resimdeki çantada. Bu da bence oldukça güzel bir şey; hele de hazır gıdaların ne çeşit zararları barındırdığını düşününce. Diğeri, çocuklar yanlarına müze kartlarını alıyorlar. Müze kartı olmayan çocuklarımız adına rahatlıkla suçluluk duygusu yaşayabiliriz ve bu duygudan kendimi muaf tutmuyorum maalesef. Ancak bu duyguyu yok edeceğime dair de söz veriyorum buradan kendime. Bozuk para alıyorlar çocuklar yanlarına, şapka ve su da. Son olarak kedilerini de alıyorlar yanlarına ve başlıyorlar İstanbul’u gezmeye. Bizler de onlarla birlikte gezmeye başlıyoruz İstanbul’u.

Yazının Devamı

İçi sızlayan anneler

Aklıma onlarca şey geldi sabahtan beri. Anneler adına sarf edilen onca söz, onca ifade ve anlamdan başka, sadece acı ve içi sızlayan anneler kaldı bana. Çok mu dolduk son yıllarda, yoksa çok mu görür olduk bilmiyorum ama aklım sadece evladını kaybeden annelere gidiyor. Hem de öyle böyle gitmeler değil.

Hangisinden başlasak bilmiyorum ki; evladının şehit haberini almamak için evine doğru gelen askeri görünce komşusunun evine kaçan kadının sözleri döndü uzunca bir süre zihnimde. Akıl çok güzel oyun oynuyor insana ve bu örnek ona çok güzel bir örnek. Anne aslında o askerlerin neden geldiğini biliyor ve sanki komşusuna kaçtığında acı gerçek onu bulmayacak gibi anlık bir yanılsama yaşıyor. Çok sızlamıştı içim.

Bu güzel günde çok iç karartıcı şeyler yazma niyetinde değildim şu saate kadar ama başka şey yazmak da gelmedi içimden. Bir düğünden döndüm az önce eve. Saat şu an 00.30. Evladını büyütüp sevdiğine teslim eden iki anneyi izledim mesela. Sonra bu anı yaşayamayacak olan evladını kaybetmiş anneleri düşündüm ister istemez. O an tam da o an içim sızladı onların yerine. Maalesef çokça duyduk ya çocuk ölümlerini. Hele de öldürülen çocukların haberlerini duyduk sadece. Duymak içimize ve ruhumuza yara olarak kaldı ya; işte siz en eğlenceli anınızdayken aniden bir çağrışımla yakalayıveriyor mesela sizi.

Yazının Devamı

Balıkçı Osman

Oldukça yalın bir anlatıma bunca şeyi sığdıran çok güzel bir kitap Balıkçı Osman. Anne Hofmann’ın yazıp çizdiği ve Türkçeye Şeyda Öztürk tarafından çevrilen kitap Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış.

Aç kalan ve kendilerine balık vereceğini düşünene bir grup kuşun eşlik ettiği Balıkçı Osman pek de istenen şekilde davranmaz ilk zamanlar. Denize oltasını attığında oltasına bir sürü eski ve hurda şey çıkar. Kuşlar üzgünce sonuca bakarken Balıkçı Osman bunları özenle saklar. Bu kısmı bile çok keyifli. Kuşların balık tutmasına eşlik ettiği bir balıkçı. Nasıl da kulağa hoş geliyor değil mi?

Elbette Balıkçı Osman denizden çıkanları değerlendirir. Eğip büktüğü ve dönüştürdüğü bu şeyler insanlar tarafından ilgiyle karşılanır. Buraya kadar okuduğumda bir anlamda evrenin o klasik döngüsünü düşündüm aniden. Beğeniler, moda, eskiler, dönüşen eskinin yeni halini alması ve buna benzer çokça şey dolandı zihnimde. Zaten kitapta da insanların bu denizden çıkanlara ilgi duymasını herkesin kendine ait bir şeyler bulması ile açıklıyor yazar. Anılar, çağrışımlar ve daha fazlası ekleniyor aslında denizden çıkanlara. Bir anlamda belleğin somut halini dönüşüyor Balıkçı Osman’ın elinde.

Yazının Devamı

Kızıl Ağaç

Avustralyalı bir yazar olan Shaun Tan oldukça ilginç ve başarılı bir yazar. Üstelik sadece yazar değil illüstratör, yönetmen ve sanatçı. Yazarın bu yazıya konu olan kitabı Kızıl Ağaç Türkçeye Seda Ersavcı tarafından çevrilmiş. İthaki Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın çizimleri de yine yazara ait.

Açıkça belirtmek gerekirse tarz ve çizimler bakımından ilk aşamada biraz farklı geldi kitap. Sanırım klasik olana veya çocuklar için yapılan çalışmalarda sıradanlaşan söylem ve çizimlere fazla alışmış olmamızdan kaynaklı bu biraz da. Bol ödüllü ve dünyada oldukça değer gören yazar ve kitabından bahsederken sıradan bir okur olarak da dahil oluyor sözlerime hislerim. Çocuklar için cıvıl cıvıl ve genelde pozitif bir dil kullanımına yatkın veya alışkın olan bizler için bu farklılık iyi de geldi. Maalesef gerçek hayat bizlerin onlara kurmaya çalıştığımız kadar steril ve olumlu değil.

Araştırmalar gösteriyor ki aileler çocukları konusunda ya çok otoriter ya da çok kontrolcü rol üstleniyor. Hatta geçtiğimiz hafta yayınlanan pek çok yazıda bu vurgulara sıkça yer verildi. Kızıl Ağaç bence biz büyükleri davranış kalıplarımız üzerine de düşünmeye sevk ediyor. Çünkü kitap sıkıntılı ve üzüntülü şeylerden başlayarak okura ve izleyiciye bir yol çiziyor. Zamanın bazen ağır aktığını, bu ağır akış halinde istediğimiz olumlu gelişmelerin olamayacağını gösteriyor örneğin. Hem de öyle usulca gösteriyor ki; bir salyangozun hareketi etrafında izliyoruz o çaresizliği. Küçük bir kız zamanın iyi olanı bazen getiremediğini belirtirken salyangozun yakından görüntüsü ilerleyen çizimlerde uzaklaşıyor ve etrafındaki hale genişliyor. Yani hayatın içinde bazen bizi üzen, kıran veya çaresiz hissedeceğimiz zamanlar olabileceğini ve bunun hemen düzelemeyeceğini belirtiyor yazar.

Yazının Devamı

Kaybolan Renkler - 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

Aleix Cabrera’nın yazıp Rosa M. Curto’nun resimlediği Kaybolan Renkler kitabı Tübitak Popüler Bilim Kitapları’ndan çıkmış. Adem Uludağ tarafından Türkçe’ye çevrilen kitap Çocuk Hakları Bildirisi’nin 7. Maddesi çerçevesinde çıkarılmış. 20 Kasım 1959 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen Çocuk Hakları Bildirisi daha sonra düzenlemelerle 1989 yılında 193 üye devlet tarafından kabul edilerek uluslararası sözleşme haline dönüştürülmüştür. Türkiye’nin de dahil olduğu sözleşme maddeleri bir çocuğun sahip olduğu haklar üzerinden oluşturulmuştur. Gönlümüzden geçen tüm maddelerin uygulanması ancak maalesef yaşadıklarımızı düşününce gönlümüzden geçen boğazımızda düğüm oluşturabiliyor.

İşte elimizdeki kitap bu maddelerden bir tanesine dikkat çekmek için oluşturulmuş. Çocuğun en temel haklarından olan eğitim hakkını konu edinen kitap oldukça keyifli bir yol izlemiş. Buna gelmeden önce kitabın en arka kısmında yer alan ve kitaba konusunu veren maddeyi belirtmek istiyorum; “Çocuğun, en azından temel eğitim aşamasında parasız zorunlu eğitim almaya hakkı vardır. Çocuğa, genel kültürünü arttıracak, fırsat eşitliği temelinde yeteneklerini, bağımsız karar alma gücünü, ahlaki ve toplumsal sorumluluk duygusunu geliştirecek ve topluma yararlı birey haline gelmesini sağlayacak bir eğitim verilir. Çocuğun eğitiminden ve ona rehberlik etmekten sorumlu olanlar için yol gösterici ilke, çocuğun menfaatidir. Bu sorumluluk en başta çocuğun anne babasına aittir. Çocuğa, eğitimi ile aynı amaçlara yönelik olması gereken oyun ve eğlence için her türlü olanak sağlanır; toplum ve resmi makamlar çocuğun bu hakkı kullanmasını sağlamak yönünde çaba sarf edecektir.”

Gelelim kitabımıza. Kitapta öğrenme, merak duygusuyla beraber sunulmuş ve bir grup çocuk etraflarında neden renk olmadığını sorgulamaya başlamışlar. Cevabını bulmak için ellerinde sadece numaraların olduğu bir haritadan yola çıkan çocuklar; karla kaplı yerlere, tropikal bölgelere, volkanik yerlere, denizlere, çöllere ve savanalara giderler ama aradıkları cevabı bulamazlar. Gri ile kaplı evlerin ve şehrin içine geri dönerler. Öyle ki insanlar da mutsuz ve sorgusuz yaşamaktadır bu şehirde. Oysa çocuklar gökkuşağının tüm renklerini severler ve onları bulma telaşındadırlar.

Yazının Devamı

Beşinci Mevsim

Elimdeki kitap tam da hayalimdeki hali resmediyor. Bir kız çocuğu rengarenk kıyafeti ve güzel arkadaşlarıyla yıldızlarla sohbet ediyor. Hande Seçkin Onat’ın yazıp, Umut Karaman Çelikel’in resimlediği kitap Tudem Yayınları tarafından basılmış.

Akdeniz foklarına ve onları seven çocuklara ithaf edilen kitap elbette doğa ve canlı yaşamından yana tavrıyla dikkat çekiyor. Ama bundan öte beni asıl mutlu eden tarafı hayal eden çocukları görmek ve onlara eşlik eden arkadaşları. Kim peki bu arkadaşlar? Kedi Puf, yavru köpek Nohut, tombul kaplumbağa Dörtgöz Tombalak. Nasıl güzel geliyor kulağa değil mi? Beraberce oyunlar oynayan, yaşadıkları Yağmurkent’in doğası ile eğlenceli zaman geçiren ve bunları yaparken gelişen, büyüyen, bizleri de sevindiren bu sevimli arkadaşlar bizi de arındırıyorlar dertten, kederden.

Öylesine sıcak ve güzel hikayeler geliyor ki anlatılanlardan ister istemez siz de onların hayatına ve hayallerine dahil oluyorsunuz. Örneğin hızlı koşmak isteyen Tombalak için tekerlekli paten yapabileceklerini söylüyorlar ve bunu hayata geçiriyorlar hayallerinde. Yine Puf ve Nohut gezgin olmayı hayal ettiğinde sözleriyle imdada yetişen Tombalak şunları söylüyor; “Bir gezgin, istediği her yere gidebilir. Yeter ki gözlerini kapatmasına izin verilsin ve hayal edebilsin!” En daraldığımız anlarda bizler de hayallerimizi canlı tutalım o zaman. Karanlığı yok eder ve güneşin gireceği bir aralık alırız hayatlarımıza belki de.

Yazının Devamı

Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı

Bir ağaç hayal edin köklerine sallar takılı. Sonra evler hayal edin pencereleri balık şeklinde, bacalarında çay demliği, vazo ve buna benzer şeyler olsun. Çatılarda kuşlar uçsun, kediler koşsun ve çiçekler büyüsün vazolarda. Üstüne bir de rengarenk evlerden oluşsun bu yer. Neresi bu yer biliyor musunuz? Behiç Ak’ın Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı kitabının kapağında. Bakarken bile içine girme isteği ile yazıyorum şimdi sizlere.

Yazarı ve çizeri bir olan kitaplarla ilgili daha önce de söylediğim gibi bütünlük beni çok etkiliyor. Sanki yazar sözden bıkınca resme, resimden bıkınca söze koşuyor gibi geliyor. Arada kopukluk olmuyor ve okur/izleyici olarak siz de bu ahenge dahil oluyorsunuz. Elimdeki kitap tam da böyle işte.

Kitapta çocuklar babaları ile çok sevdikleri çınar ağacını birbirine benzetirler. Resimler de zaten benzer temayı güçlendiriyor. Kendileri için sığınak olan, ev olan, oyun alanı ve eğlence mekanı olan çınar ağacı birgün aniden yerinden edilir. Bunun üzüntüsü ve şokunu atlatamayan çocuklar babalarının da çınar ağacı gibi yaşlı olduğu ve tansiyon sorunu yaşadığını söylerler. Böylece babalarına da bir şey olacağı endişesi ile yaşamaya başlarlar. Özellikle Ayşe çınar ağacı ile babasını o kadar özdeşleştirmiş ki sanki birine bir şey olursa diğerine de olması kaçınılmazmış gibi düşünür. Bu nedenle de çınar ağacının kesilmesi onun için tam bir travma etkisi yaratır.

Yazının Devamı

Pazarları Beni Çok Öp Anne

Kitabı anlatmaya nereden başlasam diye duraladım bir an. Bunda kitabın çoklu çağrışımlar yapmasının etkisi büyük. Kitap Vapur Çocuk tarafından basılmış ve yazarı Maria Teresa Andruetto. Türkçe’ye Zekine Türkeri tarafından çevrilen kitaptaki resimler Ege Karadayı’nın elinden çıkmış.

Kapağında kızıl saçlı bir kız çocuğu var. Kızın yüzünde hafif bir tebessümle birlikte düşünceli bir hal var. Yaşadıklarının ağırlığında yaşından büyük görünen veya gözlerindeki ışıltısı azalan çocuklar vardır ya, işte kapaktaki kız yani ana karakter olan Tina’daki hal biraz bunu andırıyor. Buna sebep de aslında olayların kendisinden ziyade ebeveynlerin tutumları. Anne baba ayrılığında bir kız çocuğunun gözünden yaşananları izliyoruz kitapta. Ancak sorunlu olan birinci kısım şu ki kıza olay anlatılmıyor. Anne babanın neden ayrı olduğuna dair tek söz sarf edilmezken kızdan gelen hiçbir soru da gerçek anlamda karşılık bulmuyor.

Tina’nın down sendromlu bir de erkek kardeşi var ama aslında var gibi sadece. Çocuğa hasta deniliyor ve down sendromu ile yüzleşilmiyor. Bu konuda Tina’nın da soruları yanıtlanmıyor. Dolayısıyla okur olarak siz de Tina kadar sürekli peşinizi bırakmayan bir merak duygusuyla takip ediyorsunuz sayfaları. Aile hem ebeveyn ayrılığını, hem de down sendorumunu içselleştiremediği için hüzünlü bir hava eşlik ediyor küçük kıza. Onunla birlikte bizlere de elbette. Ancak bir taraftan da her an kitabın içine girip müdahil olma isteği uyandırıyor kitap. Örneğin neden doğru düzgün bir şekilde Tina’ya yaşadıklarının nedenleri anlatılmıyor? Neden Tina babası ve büyükannesi ile yaşarken kardeşi annesi ile yaşamak zorunda? Neden down sendromu nedir diye sorular yanıt bulmuyor? Neden buna hastalık denilirken sessiz kalınıyor?

Yazının Devamı

Teo’nun Tablet Kitabı

Elimde yine bir seriye ait kitap var. Teo’nun Tablet Kitabı. Kapağında altı tane çocuğun ellerinde tabletle oturduğu bir resim var ve resmin hemen altında ağzında bir kova taşıyan bir kaplumbağa görüyoruz. Kaplumbağa çocuklara bakıyor. Plajda olan çocuklar sadece ellerindekine odaklanmış şekilde resmedilmiş. Kitabın en arka sayfasında öğreniyoruz ki kaplumbağanın adı Kamil. Kaplumbağa belki de benim ilk algımda teknoloji çağındaki çocuklar karşısında biz büyüklerin kendilerini hissettikleri hali resmediyor.

Sizlerin de tahmin edeceği gibi çocuklar ve teknoloji bağımlılığı üzerine bir kitap. Oldukça da güzel bir kitap. Güzelliği sadece sonuç olarak önümüzde duran ana sayfadaki resme eleştiri yapıp kenara çekilmemesi. Yani çocuklar suçlu deyip biz büyükleri aklamıyor. Ya da bir başka ifade ile didaktik bir dil kullanıp onları bu tehlikeye karşı nasıl koruyabiliriz şeklinde bir yol çizmemiş kendisine. Aksine tam da kitabın ana karakteri Teo’nun sözleriyle hepimize ayna tutuyor. Hepimize derken bir çocuğun hayatında olabilecek hemen herkese. Benim kitabı sevme yönüm de aslında bu. Elbette konu zaten güzel ve hepimizin üzerinde durması gereken bir konu ama ‘her olayın bir farklı tarafı da vardır’ diye bize okuma şansı vermesi ayrıca güzel.

Teo yaz tatillerinde arkadaşlarıyla vakit geçirmekten keyif alan, büyük anne ve babasıyla da yapacak bir şeyler bulan bir çocuktur. Ancak tüm arkadaşlarında tablet görüp de ailesine isteğini belirtince olanlar oluyor. O zamana kadar denizi, oyunları, arkadaşlarını, doğayı, kısacası hayata dair somut olan ne varsa hepsini deneyimleyen ve bununla mutlu olan Teo isteği yerine getirildiğinde, yani kendisine tablet alındığında hayatının merkezine tabletini koyuyor. Araçsal olarak değil de bağımlılık derecesinde tableti kullanması fiziksel ve ruhsal sorunları da beraberinde getiriyor. Haliyle aile endişelenmeye başlıyor. İlk başta sınırsız kullanıma izin veren aile aldıkları sonuçlar nedeniyle kısıtlamaya gitse de artık pek başarılı olamıyor. En kötüsü Teo tabletin öncesinde hayatında olan hiçbir şeyden tad alamaz hale geliyor. İşte tam da en dramatik zamanlar bir çocuk için.

Yazının Devamı

Kolezyum’u Çalan Adam

Kolezyum’u kim çalabilir demeyin. Kitabı okuduktan sonra “Kolezyum nedir?” diye beraberce araştırma yaparken yanınızdaki çocuğa internet ansiklopedisinden onun bazı zamanlarda çalınmak istendiğine dair notlar okurken buluyorsunuz kendinizi. Olmaz demeyin olabiliyor. Denenmiş bir konu üzerinden bu kitabı okumak Can Çocuk Yayınları sayesinde oluyor.

Gianni Rodari tarafından yazılan ve Nicoletta Costa’nın kaleminden resimlenen kitabı Türkçe’ye Tülin Sadıkoğlu çevirmiş. Konusu başlığından da anlaşılacağı üzre Kolezyum’u çalmak isteyen bir adamın yaşadıklarından oluşuyor. Ömrünü bu beyhude çabaya harcayan adam günlerce Kolezyum’dan taş taşımış, evine getirmiş. Ancak amacına bir türlü ulaşamayan adam yaptığının doğruluğunu da bir gün tartışmamış zihninde. Çalmak ne demek, neden yapılır? Hiç bu konularda akıl yürütmemiş adam. Sadece günlerce aynı şeyi düşüncesizce yapmaya devam etmiş.

Evindeki çoğu eşyanın yeri Kolezyum’dan gelen taşlar nedeniyle değiştirilmiş. Öyle ki adam yaşlanmış ama isteği hep aynı yaşta kalmış sanki. Ne garip bir ömür geçirme şekli? Sizce de öyle değil mi?

Yazının Devamı

Deliler Ülkesinde-Keloğlan Masalları-1

Bilgi Yayınevi’nin Çocuk Kitapları bölümünden çıkan Hasan Latif Sarıyüce’nin Deliler Ülkesi’nde kitabı geçiyor elime. Keloğlan Masalları-1 diye yazılan kitap kültürel olarak hemen hemen hepimizin çocukluğunda yer alıyor zaten. Farklı versiyonları ile televizyonlara da konu olan Keloğlan hikayelerini Hasan Latif Sarıyüce’den okumak benim için ilk deneyimdi.

Keloğlan Masalları’na bugünden bakınca eleştirecek çokça şey buluyorum anlatılanlarda, öncelikle bunu belirtmem gerekiyor. Haddimi aşmamak için de özellikle üzerinde düşünerek yazıyorum bu yazıyı. Yine de kültürel yaşamımıza konu olan ve pek çoğumuzun hikayelerine tanık olduğumuz Keloğlan Masalları ile ilgili bu kitap önemli ve kıymetli. Önem ve kıymeti de vermek istediği mesajlarda. Genel itibariyle haksızlığa karşı duruşu, adalet arayışı, kötülüklerin yok edilmesi, pratik zeka gibi ilk sırada sayacaklarımızın dışında başka şeyler de var bu kitapta.

Bölümler halinde kısa masallardan oluşan kitapta toplamda altı konu işlenmiş. Köy enstitüleri mezunu olması ve öğretmenlik mesleğinden emekli olan Hasan Latif Sarıyüce’nin mesaj kaygısı belirgin, öncelikle bunu belirtmek gerekiyor. Her masalın sonunda bu mesaj belirgin bir şekilde yazılmış. Klasik masallarda “gökten üç elma düştü” diye devam eden kısmı tam da bunun için yazılmış.

Yazının Devamı

Masal Battaniyesi

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bu kitabı elinize aldığınızda iki şey çekiyor sizi. En azından beni kendisine çeken şeyleri söyleyebilirim. Birincisi kitabın adı olan “Masal Battaniyesi.” İkincisi de kapaktaki resim. Yedi tane çocuk bir battaniyeye oturmuş ve üzerlerinde bir ağacın dalları var, üstelik dallara asılı ayakkabılar var. Gel de “neler oluyor oralarda?” diye merak etme.

İşte çocuk kütüphanesinde elimi attığımda aldığım kitap böyle geldi evimize. Bir süre bizde kalıp sonrasında başka çocukların evlerine konuk olacak. Ne güzel bir şey değil mi? Kim bilir kaç evde kaç çocuk bu güzel kitaplarla uykuya dalacak. Rüyasında acaba neler görecek? Hayal dünyasına hangi sembol ve simgeler yerleşecek? Tavsiyem o bilinçaltı veya bilinçdışı denilen yerleri en azından iyi diye bildiklerimizle doldurmamız. Zaten yeterince olumsuzluk var ve maalesef yeterince nasipleniyor çocuklar. Bari ve en azından hayal dünyalarına güzel birkaç cümle, birkaç kitap bırakalım. Bakarsınız dal verir, meyve verir ve birgün bize anlatır hissettiklerini. Mesleğine, uğraşına, aşına katar ordan edindiği olumlu duyguları. Kendi dünyasının dışındaki yaşamlara, evlere konuk olur bu kitaplarla ve beslendikleriyle yaşamı daha yaşanır kılar. Sonra belki gün gelir onlar da bir battaniye üzerine topladıkları çocuklara masallar anlatırlar, okurlar. Hayali bile güzel değil mi sizce de?

Neyse ben kitaba geri dönüyorum az önceki hayalimi yanıma alarak. Ferida Wolf ile Harriet May Savitz tarafından yazılan ve Elena Odriozola tarafından resimlenen kitap Nesin Yayınevi tarafından basılmış. Kitapta karlı dağların ortasında yer alan bir köyde bir Masalcı Nine varmış. Bu nine köydeki çocuklara masallar anlatırmış. Çocuklar onun ördüğü battaniyenin üzerinde oturup masalları dinlerken nine de onları izlermiş. Elinde çay bardağı, yanında sehpası ve üzerinde demliği olan Masalcı Nine bir gün masal anlatırken çocuklardan bir tanesinin ayakkabısının delik olduğunu fark etmiş. Çocuklar eve gittiklerinde Masalcı Nine, o çocuğa kalın bir çorap örmek istemiş. İstemiş istemesine ama kar fazla olduğu ve köyde yün kalmadığı için azıcık bocalamış.

Yazının Devamı

Fips olanları anlayamıyor

Yazmaya başlamadan önce içimden geçeni aktarmak istiyorum. “Sevgili Fips sadece sen değil, inan bana zaman zaman hepimiz yaşananlar karşısında olanları anlayamıyoruz. Tek değilsin ve ben de kendimi en az senin kadar bocalarken buluyorum.” Aynen bunlar geçti aklımdan yazıya başlamadan önce. Rehabiliteye ihtiyacımız varsa hepimizin var galiba ve buna sebep olanların da. Tekrar sebep olmasınlar diye en çok da.

Fips sevimli ve küçük bir köpek yavrusu. Anne babası ayrıldığı için büyük bir karmaşa ve bocalama içinde kalmış bir küçük yavrucuk. Onların yaşadıklarından kendisini sorumlu tutup okları kendisine çeviriyor hem de hiç kendine acımadan. Çocuklar böyledir eğer izlerseniz. Özeleştirileri onları büyütenlerden çok daha gelişkindir aslında. Hak edemediğimiz kadar algıları açık ve kırılgandırlar hayata. Havada gezen tüm duyguları sezerler. Sezmek yanında içlerine alırlar bu duyguları. Tam da bu nedenle bebekliklerinden itibaren onları korumak gerekir. Odalarını sıkça havalandırmak ve temiz hava solumalarına yardımcı olmak gerekir. Bu temiz hava iyi ve güzel olan duygular ile birliktedir ve sağlıklı büyümeleri için şarttır. Bu havada şiddet, nefret, öfke ve kin duyguları olmamalıdır, bunların yerine şefkat, sevgi, huzur, nezaket, saygı ve empati duyguları olabilir mesela.

Daha anne babaları arasındaki mesafeyi koruyamayan ve duygusal anlamda yaşayacaklarını göğüsleyemeyen çocuklar zararın en büyüğünü yaşıyor çoğu durumda. Boşanma ve o noktaya kadar geçen sürede yaşananlar da maalesef bu durumlardan bir tanesi. Birbirleriyle kavgaya düşen büyükleri arasındaki her sözün ağırlığı altında ezilir aslında onlar. Her kötü söz ve davranış direk onlara dokunur ve çoğu zaman anne baba bunun ayrımına çok geç varır. İşte belki de sırf bu sebeple anne baba olmaya karar veren çiftlerin kendileriyle sorunlarını en aza indirmeleri gerekiyor. Üremek dışında bir şey çünkü bir çocuğu dünyaya getirmek ve büyütmek. Stuttgart Çocuk Koruma Merkezi’nde görevli Ingrid Schwarz’ın açıklamalarının da yer aldığı kitap boşanma sürecinde çocuğun yaşadıklarına çok güzel değinmiş “Fips olanları anlayamıyor” kitabının son kısmındaki açıklamalarında. Aileleri ve çocukla ilgili olan herkesi bilgilendirici notu bu anlamda önemli. Gergedan Yayınları tarafından basılan ve Jeanette Randerath tarafından yazılan kitabın resimlerini Imke Sönnichsen yapmış.

Yazının Devamı

Öfkemle Nasıl Başa Çıkabilirim?

Başlık bile sizi çekiyor kendisine değil mi? Bende de öyle olmuştu. Bazen yaş fark etmeksizin öfkemizle nasıl başa çıkacağımızda bocalıyoruz. Hele de öfkelenmemiz için çokça sebep varsa.

Ne diyor büyükler “Ağaç yaşken eğilir.” Bu cümleyi en başta yazıyorum çünkü yaşken öfkesini öğrenemeyen çocuklar büyüdüklerinde şiddet eylemlerinde başı çekebiliyor. İstemese de kendisine ve çevresine zarar veriyor ve bedelini toplum olarak hepimiz ödüyoruz. İşte bu nedenle kitap önemli, bu nedenle üzerinde durulması gerekiyor.

Gergedan Yayınları tarafından basımı yapılan ve Dagmar Geisler tarafından yazılan kitabın çevirisini Yasemin Özbek yapmış. Çeviri kitaplarda hoşuma giden duygulardan bir tanesi dünyanın neresinde olursa olsun çocuklar için iyiye niyet edenleri görünür kılması. Bir diğeri de çocuk ortak paydasında birleşenlerin yeni yönelimlerini görme şansı vermesi. Çizimler, kelimeler, konu ne etrafında dönüyor? Dünyada çocuk ile ilgili yeni gelişmeler neler? Çocuk kitapları yazarken neye özen gösteriliyor? Bu ve buna benzer bir sürü soruya da cevap bulabiliyorsunuz bu kitaplarda. Güzel olan da bu. Tüm dünya dilleri çocuklar için iyi olanı diliyor aslında. Onun kendisiyle ve içinde yaşadığı evrenle bağını güçlendiren, yaşamın kıymetini gösteren, duygularıyla baş etmesini sağlayan kitaplar. Keyif alırken öğrendiğimiz, öğrenirken keyif aldığımız kitaplar. Didaktik değil asla, aksine sadece bizim bile fark edemediğimiz veya fark edip dile getirmediğimizi önümüze usulca koyuyor bu kitaplar. Böylece kaçma şansımız kalmıyor hayata dair olandan. Tamamıyla kavrayıp kucaklamak kalıyor son sözleri okuduğumuzda bize.

Yazının Devamı

Karanlığı yırtan hocalarımın ihracı!

Sizi de benzer duygular yakalıyor mu? Hangi duygular... Mesela haksızlık olduğunu düşündüğünüz uygulamaların tanığı olurken yaşadığınız ağırlık duygusu. Tanık olmak sahiden çok da iyi bir şey değilmiş zaten bunlara. Tanık olmak aynı zamanda o veya bu şekilde hayır demeyi de beraberinde getiriyormuş.

İşte ben de bu duyguyla yazıyorum şimdi. Çok sevdiğim ve birebir tanıdığım insanlar ihraç ediliyor üniversitelerden. Bazılarının derslerine girdim ve hayranlıkla dinledim, bazılarının ödev ve sunumlarını aynı sıralardan dinledim. Onların doktor unvanı alırken ki sevinçlerini ekran başından da olsa izledim ve onlarla beraber sevindim. Yoğun bir çaba ve emek sonucunu gösteriyordu o fotoğraflar çünkü.

Şimdi yazıyorum çünkü artık sahiden kurumlar açısından ve ortak geleceğimiz açısından sıkıntılı bir durumdayız. Bu durumdan çıkmak için de daha sakin ve tutarlı bir şekilde olanları yeniden gözden geçirmekle yükümlüyüz. Neden ihraç ediliyor bu insanlar? Ankara Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi ve daha fazlası. Çok klasik ama kan kaybediyor üniversiteler. Kurumlar içindekilerle kimlik kazanıyor. O kişiler olmadan da o kurumlar elbette devam edecek yollarına ama ne şekilde devam edecek? Bir felsefe profesörü bir yılda yetişmiyor mesela. Sosyal bilimler demek toplum demek, hayat demek, yaşam demek. Onların konuları, hayatın kendisi. Nasıl uzak durabilirler ki oradan? Nasıl söylediği yaptığına denk gelmeden nefes alabilirler ki? Medya diyecek, ama onun içindekileri masaya yatırmayacak! Ya da sosyoloji diyecek ama topluma bakmayacak, dokunmayacak, hissetmeyecek! Felsefe diyecek ama bunu gündelik diline almayacak! Mümkün mü? Hayır, hem de hiç mümkün değil, mümkün olduğunu sananlar sadece masa başından kariyer hesapları yapan ve kendi menfaatine çalışanlardır o kadar.

Yazının Devamı

Annem her yerde

Pimm van Hest birçoğumuzun kelimelere dökmekte zorlandığı bir gerçeği koyuyor önümüze. Hem de usulca ve incitmeden. Küçücük bir çocuğa annesinin öldüğü nasıl anlatılır? Hele de soyut ve somut kavramları ayırmak için daha erken bir dönemdeyse ve ölüm kavramı ona çok uzaksa. Cevabını vermekte zorlanıyorsunuz değil mi? Aynen, ben de öyle. Oysa öğretmenlik mesleğini bir yıl yapan ve ardından psikoloji eğitimi alan yazar bu acı gerçeğe dokunuyor hepimizin adına. İyi de yapıyor.

Hepimiz en temel insani refleksiyle acıdan kaçarız değil mi? Ama bildiğimiz bir diğer gerçek de bazı acıların zamansız kapılarımızı çalabileceği. Belki de yaşamın içindekileri kabule geçmekle başlamalıyız acıyı konuşmaya. Yarının ne getireceğini bilmediğimiz gibi çocuklarımızın neleri yaşayacağını da bilmiyoruz. Belki de en büyük hatayı onları her şeyden uzak tutmaya çalışırken yapıyoruz. Özellikle şehirlerde yaşayan çocuklar doğanın döngüsü hakkında pek de fikir sahibi olamıyorlar. Ya da fikirleri olsa da deneyimleri olmuyor. Bir canlının doğumuna tanık olamıyorlar, yine bir canlının ölümüne olamadıkları gibi. Ya da en basit haliyle doğal seleksiyon hakkında gördükleri ve düşündükleri yok. Yaşam ve ölüm dengesini kuramıyorlar. Elbette niyetim suçlu aramak değil, bu haddim de değil; sadece yaşamı tamamen kavrayamadığımızdan dem vuruyorum. Belki de bu nedenle çok daha kırılgan yaşamlarımız. Ölümle hayatında ilk defa morg önünde karşılaşan bir insan hayatının en büyük yıkımını yaşıyor haliyle.

Şimdi bunları yazarken aklıma Eşkıya filmindeki ölüm sahnesi geldi. Ne demişti orda oyuncu ölmek üzere olan Cumali’ye; “... korkma sadece toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin oradan özüne ulaşacaksın, çiçeğin özüne bir arı konacak, belki, belki o arı ben olacağım.” Çok etkilenmiştim bu sözler karşısında. Ama atladığımız şu var, bu film yetişkinler için uygundu. Yani elimizde çok daha kırılgan ve bir o kadar da yaratıcı başka dostlarımız var. Onlar da çocuklar. Mesele bunu onlara nasıl anlatacağımızda. Ölümün ardındaki yokluğu en fazla hissedenler çocuklar çünkü. Küçük yaşta anne-babasını kaybeden çocuklara toplumun bakışı da eklenince öksüz ve yetim sıfatlarıyla işler daha da zorlaşıyor. Her iki sıfatı da sevmiyorum; öncelikle bunu belirtmek istiyorum. İnsanları eksikleri üzerinden tanımlamayı da sevmiyorum. Evet duygusal bir toplumuz ama yaraları sarmak eksik olana sürekli yapılan vurgu üzerinden olmuyor maalesef. Aksine bu başka yaralara da sebep olabiliyor.

Yazının Devamı

Babam ve Ben

Elimdeki kitapta yazılanlardan ziyade resimlerini sevdim dersem çok mu ileri gitmiş olurum? Ama aynen böyle. Tam da resimlerinden yakalayan ve içimi ısıtan bir kitap Babam ve Ben. Tudem Yayınları tarafından basılan, Türkçe’ye Sibil Çekmen tarafından çevrilen kitabın yazarı Patrick Modiano. Resimlerinden okuru yakalayan kitabın resimleyeni ise Jean-Jacques Sempe. Kapağında bir baba omzunda kızını taşıyor narince. Kız tüm özgüven ve memnuniyetiyle bakıyor önüne. O kadar emin ki babasından, düşebileceğine dair hiç endişe yok yüzünde ve duruşunda. Sadece kapak resmi bile kocaman bir sayfa söz eder. Tüm çocuklar için, hele hele de kız çocuklar için nasıl da özel bir ilişkidir babalarıyla olan ilişkileri.

Kitap 2014 yılı Nobel Edebiyat Ödülü almış. Bence ziyadesiyle hak ediyor bu ödülü. Dans ederken gözlüğünü sandalyeye bırakan öğrencisinden yola çıkıp kendi çocukluğuna giden kitap kahramanı bizleri de bu güzel serüvene konuk ediyor. Tam da böyle değil midir anılar? Hiç beklemediğimiz küçücük bir obje bazen bizi çocukluğumuza götürmez mi? Bir küçücük imge bize kocaman bir geçmişi taşımaz mı? İşte kitaptaki kız Catherine de bu imgeden kendi çocukluğuna ve babasıyla geçirdiği güzel günlere gidiyor aniden. Annesinden ayrılan ve babasıyla Paris’te kalan küçük kız ile babasının sıcacık öyküsü tüm olumsuzlukları bertaraf ediyor. Elbette anne niye gitti? Neden çocuktan ayrı kaldı gibi sorular dönüyor zihnimizde. En çok da kültürel tarafımızdan çağırıyor bu sorular; ama baba kız diyaloğu öylesine sıcak ve güzel ki, biz sadece onların halesinde geziyoruz kitap boyunca.

Dans etmeyi seven ve dans ederken gözlüklerini çıkaran küçük kız bundan hiç rahatsızlık duymuyor. Yani gözlük takmak onun için sorun değil. Bu sorun olmama halinde babasının da bakışı gizli. Tam da böyle olmaz mı? İnsanlar hayatlarındaki artı veya eksi diye tanımladıkları şeyleri en çok da çocukluğunda kendisine verilen referanslar üzerinden tanımlamaz mı? İyi ve kötü de bu dönemde netlik kazanmaz mı? Kısacası hayatı algılamamız veya hayata verdiğimiz değer en çok da çocuklukta bize verilen değerde saklı değil midir? Herkes kendi kişisel tarihine geri dönsün. Bugün kendisine iyi gelen ne varsa oralarda değil midir izleri? Bu nedenle gelişmiş ülkelerde çocuğun ilk gelişim aşamasında anne-babaya kolaylıklar sağlanmaz mı? Özellikle anneye çocuğuna bakma ve bu dönemde özlük hakları saklı kalarak maaşını alma hakkı sunulmaz mı? Nedendir acaba? Ekstra gider hanesini doldurmak için mi hükümetin, yoksa geleceğine sahip çıkma mı? Elbette ikincisi. Kitabı okurken ister istemez çağrışımlarıyla da uğraşıyorum ve kelimeler bunun için akıyor klavyeden ekrana.

Yazının Devamı

Kitaplardan Korkan Çocuk

Kapağında önündeki kitaba ürkerek bakan bir çocuk olan “Kitaplardan Korkan Çocuk” Susanna Tamaro tarafından kaleme alınmış. Evet evet yanılmadınız isim size de tanıdık geldi değil mi? “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” kitabının yazarı aynı zamanda. Açıkçası ben çocuk kitapları yazdığını bilmiyordum. Can Çocuk tarafından basılan ve Türkçe’ye Eren Cendey tarafından çevrilen kitap oldukça güzel ve kıymetli.

Zaman zaman hepimizin düştüğü yanlışlara değiniyor kitap bir yönüyle. Çocuklarının kitap okumasını isteyen iyi niyetli bir çift var karşımızda. Yalnız istemenin ötesinde çocuklarını tanımak için yeterli çabayı sarfetmemiş bir çift aynı zamanda. Yazık olan aslında kendi okuduklarını da içselleştirmemiş olmaları. Yani büyükler her zaman doğruyu bilemiyor maalesef. Okumanın niceliksel bir şey olmadığını bilemiyor mesela baba. Çocuğuna ağırlığı kadar kitap okuması için belirli bir süre veriyor. Oysa ne istediğini sormuyor çocuğa veya okumaya neden direnç gösterdiğini.

Anne de sadece çocuğunun dersleri kötü olduğunda onu alıp doktora götürüyor ve doktorun tanısı üzerinden yanlış uygulamalara başlıyor. Kimse çocukla neden okumak istemediği üzerine konuşmuyor, sadece kendi doğru bildiklerini sıralıyorlar. Bunlar da haliyle varolan durumu daha da kötüleştiriyor. Çünkü aslında çocuk için okumak tam bir kabus ve bunun başka bir sebebi var. Çocukları için en iyisini yapmak isteyen anne baba ona en büyük kötülüğü yapıyor işte.

Yazının Devamı

Alev Saçlı Çocuk

Elimdeki kitabın sayfalarında gezinirken aklıma bir başka kitap ve yazar geliyor. Sanki bakış açıları, niyetleri, vermek istedikleri mesaj veya yaralandıkları yerler aynı gibi. “Alev Saçlı Çocuk” Christine Nöstlinger tarafından yazılıp Huban Korman tarafından resimlenmiş. Ama okurken aklıma daha önce okuduğumuz Ursula K.Le Guin’in Kanatlı Kediler Masalı geldi. Elbette konular farklı ama ikisinde de aynı notadan çıkan sesi duyar gibiyim. Sanki farklı şekillerde yaralanmış yerlerine aynı merhem iyi geliyor gibi. Garip ama hissettiğim tam da bu.

Öncelikle neden böyle bir hisse kapıldığımı belirteyim. İkisinde de iyi ve kötü insanların varlığından bahsediliyor ve ikisinde de daha iyi, güzel ve ütopik bir mekan arayışı var. Bu mekan terk ettikleri yerden çok daha insancıl ve olumlu şeylerle donatılmış. Ütopik mi derseniz evet belirli yönleriyle öyle diyebilirim. Ama bizleri ayakta tutan da umutlarımız değil mi? Ütopyalarımız değil mi elimizde kalması için sıkıca ellerimizi kapadığımız?

İki kitap arasındaki bir başka ortak nokta ise ikisinde de insanüstü veya normalin dışında hayal dünyamıza seslenen özellikler olması. Kurgusal yapıda bir tanesinde kedilerin kanatları oluyor ve tehlikeleri bu şekilde geride bırakıyorlar. Bu kitapta da görünüşü nedeniyle dışlanan ve yıpratılan kırmızı saçlı kız çocuğunun saçları alev alabiliyor ve çocuk uçabiliyor. Hatta burdaki kedi ve kızın teyzesi de uçabiliyor. Üstüne üstlük kedi konuşuyor.

Yazının Devamı

Küçük Feministin Kitabı

Kapağında beş çocuğu bir ağacın farklı dallarında gösteren Küçük Feministin Kitabı Güldünya Yayınları tarafından basılmış. Sassa Buregren tarafından yazılıp çizilen kitap Türkçe’ye Ünzile Tekin tarafından çevrilmiş. Kitap kapağında ağaçta bir de kedi var çocukların yanında. İsveç Sanat Konseyi’nin desteği ile yayınlanmış kitap bence tüm çocuklu ailelerin evlerinde olması gerekenlerden. Hatta çocuklu olması gerekmiyor, bir konuyu basit ve sade bir dille okumayı seven herkes için tercih edilebilir bir kitap.

Kitap oldukça sevimli bir kızın merak duygusuna eklenen eleştirileri ile başlıyor. Ebba gazetede tamamı erkeklerden oluşan G8 zirvesindeki toplu fotoğrafı görüyor. Dünya liderlerinin neden sadece erkeklerden oluştuğu ve neden aralarında gençlerin hiç olmadığını düşünen Ebba araştırmaya başlıyor. Araştırdıkça eleştirileri de artıyor haliyle. Kafasındakileri yeğeni Jorinda ile mail üzerinden tartışmaya başlıyor. Oldukça güzel ve başlangıç aşamasında olanlar için açıklayıcı sorular da ardı ardına ekleniyor.

İki kız çocuğunun araştırma esnasındaki sorularındaki bir cevap çok güzel. Haksızlık olduğunu ve kadın erkek eşitliğinin sağlanmadığını çeşitli örneklerle konuşan ikiliden Ebba, varolan haksızlığı kendilerinin değiştirebileceğine duyduğu inançtan bahsederken Jorinda “Biz kimiz?” diye soruyor. Ebba da “Kızların ve oğlanların eşit olanaklara sahip olmasını isteyen herkes.” diye yanıtlıyor. Ben de bu kitabı benzer niyetteki herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Öncelikle merak eden, sorgulayan, itaat ve biat etmekten uzak, eleştirel düşünce yapısına sahip çocuklarımız için okuyalım bu kitabı.

Yazının Devamı