Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Benjamin Anna’yı Seviyor

Pandemi döneminde sohbetlerine başlayan ve benim de dahil olduğum bir çocuk edebiyatı okuma kulübünde önerilmişti Benjamin Anna’yı Seviyor kitabı. Günışığı Kitaplığı’nın basımını üstlendiği kitabın yazarı Peter Härtling. Eva Muggenthaler’ın resimleri eşlik ediyor kitaba ve Türkçe’ye Necdet Neydim çeviriyor. Okumamız ve üzerine konuşmamızın üzerinden birkaç hafta geçti ama yine de yazmak istedim. Hatta kulüpten arkadaşlarım da yazdı üzerine ama olsun, yine yazılası dediklerimden elimdeki. Hele de bir Pazar gününe en yakışan şey, belki de çocukluk aşkları, o dönem anılarıdır, sizce de öyle değil mi?

Sade dili, güzel çevirisi ile tam bir ilk aşk hikayesi “Benjamin Anna’yı Seviyor?” Bununla birlikte sadece aşk hikayesi değil, daha fazlası. Göç ve göçmenlik kavramları üzerine konuştuk kulüp üyeleriyle mesela. Sonra ırkçılık konularımız arasına girdi, ötekileştirme ve yoksulluk konuları da. Belki de en özet haliyle yaşama dair her şeydi aslında elimizdeki. Neyse ki çoğunlukla aşk hikayesiydi, hem de daha ne olduğunu bilemedikleri ama halesine kapıldıkları bir dönemde. En masum, en samimi ve en güzel haliyle üstelik. Aşık olanların yüzlerindeki garip gülümseme sarıyor sayfaları çevirirken okur olarak bizleri. Benjamin başka bir ülkeden gelen göçmen bir kız olan Anna’ya olan duygularını anlamaya çalışırken bizler de onun gözünden bakıyoruz Anna’nın kocaman ve güzel gözlerine. Yazarın kelimeleri hayalimizde bir sinemaya dönüşüyor yine. Hal böyle olunca da herkes kendi sinemasındaki karakterlerle yol alıyor. Kitabın güzel olan yanları iki ailenin de bu aşka eşit mesafede kalmaları. Çocuklar beraber zaman geçiriyor ve ailelerle tanışıyorlar. Birini daha yakından tanımakla onun dünyasına daha çok yaklaşıyorsunuz ya, işte biz de okur olarak hem Benjamin’in, hem de Anna’nın özelinde iki kültürle tanışıyoruz.

Akıcı bir dil kadar, okuyucunun kendinde bulduğu parçalar var galiba daha çok. İşte en çok da burdan yakalıyor okuru. Eminim hitap ettiği yaş grubundaki çocuklar da kendilerinden parçalara sıkça denk gelecekler. Benjamin’in amcası Gerhard çocuk ruhuyla eşlik ediyor kitaba. Dolayısıyla yetişkin dünyasında da tanıdık sesler olduğunu gösteriyor aslında bize. Bu anlamda hayatı yetişkinler için zorlaştırsa da, Benjamin için şans aslında amcası. Anna da ailesi tarafından şanslı. Kızlarına ve onun hayatındakilere saygı duyuyor aile ve evlerine gelen misafire oldukça sıcak davranıyorlar. Kitabı okumamızın üzerinden dediğim gibi birkaç hafta geçti ama raflarda bakınca içim sıcacık oluyor. Benjamin’in o ilk kez duygularını fark ettiği halleri ile Anna’nın ona bakışı beliriyor gözümün önünde. Hani hep çocuklukta yaşanan o masum duygu anımsanır ya, işte öyle bir hal okur olarak bizdeki. Bununla beraber oldukça ustalıkla geçiyor yazar toplumsal meselelerin üzerinden. Çocukluğu savaş döneminde geçmiş bir yazarın kaleminden çıkıyor bu kitap. Dolayısıyla bazı sözcük seçimleri hiç de öylesine değil. İçimden acaba pandemide çocuk olanlar gelecekte neler yazacak diye geçiyor şimdi bu satırları yazarken. Bakalım hangi duygular ve sözcükler eşlik edecek onlara. Kitaptaki en güzel noktalardan bir tanesi de öğretmenin iki çocuğa da saygı duyması ve diğer çocukların Benjamin ile dalga geçtikleri sırada takındığı tavır. Bazen zorbalık tek bir söz veya davranışla da sonlandırılabiliyor ya, işte öğretmen tam da bunu yapıyor. Sevginin karşılıklı olduğunu/olabileceğini incecik bir yol ile gösteriyor hem çocuklara, hem de okur olarak hepimize. Bunca sözden sonra yine ilk cümlelerime dönecek olursam; tam da evdeyken keyifle okunacak bir Pazar kitabı gibi elimdeki. Alsın sizi götürsün çocukluğunuza ve oradaki duygularınız kadar, haliniz de gelsin gözünüzün önüne. Tam da bu nedenle yetişkinler okusun isterim en çok da çocuk edebiyatını.

Yazının Devamı

Bir Sürü Ben

Guy Bass’ın kaleminden çıkan ve Steve May’in resimlediği kitap Tudem Yayınları tarafından basılıyor. Türkçe’ye Emili İlemre’nin çevirdiği “Bir Sürü Ben”i okurken çok fazla şey geçti zihnimden. Kurgusunu çok beğendim ama bundan da öte çağrışımları güzeldi.

Doğa adındaki çocuk kendi istekleri olmayınca mutsuz olanlardan. Oldukça sıradan geliyor değil mi çocuk dünyasından bakınca. Doğa, yeme konusunda da, derslerde işlenmesini istediği konular ve oynanacak oyunlar konusunda da sabit fikirli. Dileği, kendi gibilerinin çoğalması. Bu dilek gerçek oluyor aniden ve Doğa aniden çoğalmaya başlıyor. Başlarda eğlenceli olan bu durum kontrol edilemez bir şeye dönüşüyor ve işler çığrından çıkıyor. Doğa kendi kopyaları ile konuşmadan da anlaşıyor ve süreç içinde istekleri gerçek oluyor ama bu durum onu mutlu etmiyor bir süre sonra. Evde ve okulda kendi gibi bir sürü kopyası ile hareket ederken tek tipleşmenin nelere mal olabileceğini görüyor aslında Doğa.

O çok sevdiği ve her gün yemek istediği soslu makarnayı bile yemek istemiyor okulda. Her şeyin aynı olduğu, herkesin aynı şeyi düşündüğü ve hayal ettiği ortamda “farklı” olan hiçbir şey kalmayınca Doğa da haliyle yeniden mutsuzlaşıyor. Durumu sonlandırabileceğini sanıyor ama bunu da başaramıyor. Sınıfında azınlıkta kalan ve sessizliği seçen diğer arkadaşları da ondan ve onun kopyalarından uzaklaşıyor. Sonunda Doğa onları kütüphanede buluyor ve uzun süre sonra ilk defa onlarla “farklı” oyunlar oynayıp, farklı sohbetlere giriyor. Konuşmaktan ziyade dinlemeyi seçtiği bu süre içinde yeniden keyif almaya başlıyor her şeyden. Açıkçası çok güzel bir anlatım ve kurgu diye düşündüm kitabı bitirdiğimde. Çok güzel anlatmış çeşitliliğin güzelliğini ve zenginleştirici yönünü. Hem de tam çocukların göz hizasından ve onların dünyasından bakarak. Hayal etsenize sadece tek çeşit yemek yediğinizi ve tek çeşit oyun oynadığınızı. Dinlerken bile insanı rahatsız eden bir şeye dönüşüyor. Bunun sohbet halini, hayal halini, konuşma halini düşünsenize. Farklılıklara saygı ve hoşgörü belki yüzlerce sayfa ile anlatılsa bence böyle güzel aktarılamayabilirdi. Elimdeki kitap basit gibi görünen bir olaydan yola çıkıyor ve çok fazla şey söylüyor okura ve dinleyiciye. Doğa gibiler çok fazla hayatımızda maalesef, yeni nesil ebeveynlerin de bunda payı yok değil. Bunu yazarken her isteği yerine gelsin isteyen çocukların isteklerini sorgusuz kabul edenleri kastediyorum elbette. Belki onlar da aslında çocuklarını mutlu etme telaşında ama mutsuzluk yüklediklerini bilemiyorlar. İşte bu kitap, bilmenin de bir yolu aynı zamanda. Bendeki çağrışımları oldukça güzeldi, umarım okuyanlar için de öyle olur.

Yazının Devamı

Dadının Perdesi

Bir itirafla başlıyorum; bu kitabı tamamen kendi merakımla ve kendime hediye olarak aldım. Çocuk edebiyatı zaten bence yetişkinler için de oldukça güzel bir şey. Çocuğu bahane etmeden insan kendisine hediye alır mı sizce? Alır dedim cevap olarak ve bunu kendime hediye olarak aldım. Virginia Woolf ismini görünce merak duydum ve çocuklara yönelik çalışmalarını hiç görmemiştim daha önce. Sonra kapak resmi çok güzeldi ve burada da Julie Vivas sanatını konuşturmuş. Yapı Kredi Yayınları tarafından basımı yapılan kitabı Türkçe’ye Tunç Tayanç çevirmiş.

Aslında küçücük bir detaydan yola çıkıyor yazar. Dadı Lugton elinde bir örtü ile dikiş yapıyor. Uyuklamaya geçince de hikaye başlıyor. Fantastik öğeler taşıyan hikayede örtüdeki tüm hayvanlar canlanıyor ve özgürlüklerine kavuşarak bizleri de kendi eğlencelerine, telaşlarına dahil ediyorlar. Çocuk edebiyatında ve özellikle resimli çocuk kitaplarında fantastik öğeleri seviyorum. Bunda da aynı tadı aldım. Renkler, hayvanlar ve mekan bir anda bir hayal alemiyle birlikte yer değiştiriyor ve daha güzel bir ortama bırakıyor yerini. Tüm canlılar kardeşçe ve huzur içinde suyun kenarına gidiyorlar. Masalsı bir tad var kitapta. Resimler; yukarıda da belirttiğim gibi ayrı bir sanat olarak duruyor. Lugton Dadı uyuyunca renkler de çeşitleniyor ve tüm canlılar beraberce neşe içinde vakit geçiriyorlar.

Virginia Woolf sahiden iyi bir çocuk edebiyatı ürünü ile karşımızda. Çok önceden yazılmış olan bu çalışma, Mrs. Dalloway’e ait el yazmalarının arasında bulundu ve sonra 1991 yılında resimlenerek yayınlandı diyor arka kapak bilgisinde. Oldukça trajik bir hayatı olan yazar pek çok açıdan hayata dokunan çalışmalar bıraktı ardında. Elimdeki de onlardan birisi. Keyifli ve huzur veren bir yanı var hikayenin ve resimlerin. Galiba bir anlamda geçmişe ve o tüm canlıların huzur ve neşe içinde yaşadıkları ortama olan özlemle de okuyoruz okur olarak kitabı. Aslında ütopik bir dünya kuruyor yazar ve biz de ona dahil oluyoruz. Zaten bizi hayatta tutan şey de o ütopyalarımız değil mi?

Yazının Devamı

Galiba Hışırdıyorum!

Bu kitap sabah geldi elime. Elbette hemen okudum ve okuduğumdan beri de çokça şey dönüyor zihnimde. Mültecilik ve göç üzerine birkaç kitap okudum ve hatta üzerine yazdım da. Benzer dertlerden yola çıkılıyor ama hepsinin yaklaşımı farklı. Elimdeki kitap da oldukça özel bir yerden yaklaşıyor konuya. Dolayısıyla bence önemli de bir konuya işaret ediyor. Sema Aslan dil üzerinden kuruyor hikayesini ve iyi de yapıyor. Her yönüyle ele alırsak belki daha iyi anlayabiliriz her şeyi diyor galiba. Kitabın resimleyeni de Cansu Dinç.

İletişim Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın girişinde “Anadilini, arkadaşının dilini, kuş dilini ve tersinden dili (nednisret ilid) konuşmaya doyamayanlara” diye bir not var. Aslına bakarsanız buradan başlıyor merak duygusu. Savaş ortamında kendisini bulan bir ailenin göç etmesi ve başka bir ülkede yaşamaya başlamasını konu alıyor kitap. Nispeten ve tırnak içinde şanslı sayılabilecek mültecilik hikayesi diyebiliriz. Uçarak yolculuk ediyorlar ve gittikleri yerde çocuğun okula başlaması sağlanıyor. Evleri var ve kurulu bir düzene kavuşuyorlar. Fiziksel görüntülerin farklı olması kadar dil konusunda da sorunlar yaşanıyor ve Sema Aslan bize bunu çocuğun göz hizasından sunuyor. Evde; anne, baba, çocuk ve büyükanne var. Hepsi de yeni yaşama uyum sağlama konusunda son derece ustalıklılar. Çocuk okulda tüm gün kimseyi anlamadan ve kimsenin de onu anlamadığı şekliyle dönüyor eve. Sonra yavaş yavaş anlamaya ve dahil olmaya başlıyor. Sonra evde anne ve babasının da yeni dahil oldukları ülkenin dilini öğrenmeye başladıklarını fark ediyor çocuk. Sonra bir de ninesinin gözlerinin dolduğu anlara tanık oluyor. Bizler okur olarak çocuğun gözünden izliyoruz olayları. Çocuğun maruz kaldığı kadarıyla biliyoruz yaşanan sorun veya zorbalığı.

Dili, anlatımı ve olaya yaklaşımı ile yukarıda da belirttiğim gibi diğerlerinden farklı bir kitap elimdeki. Çocuk, kalabalık diye tanımladığı ülkesinden yalnız olduğunu düşündüğü ülkeye geldiğinde, yaşadığı sorunları aşınca zaman içinde burasının da kalabalık olduğunu fark ediyor. Çocuklar uyum konusunda yetişkinlerden daha usta, ama aynı zamanda aldıkları yara konusunda da daha fazla iz taşıyorlar bence. Buradaki çocuk da hayatının ilerleyen döneminde çocukluğunda yaşadığı her şeyi taşıyacak kendisiyle beraber. Bu nedenle çocuklara bakış açısı ve yaklaşım daha önem ve özen gerektiriyor. Uyum sürecini tamamlama noktasında olan çocuğu yine en çok ninesi şaşırtıyor çünkü o da başlıyor öğrenmeye. Parkta yanında oturduğu kadının yavaş ve tane tane konuşmasından sonra birkaç kelime öğrenen nine aslında bence en büyük umut kaynaklarından birisi. Pek çok açıdan umut veriyor bu nine bana bir okur olarak. Kitabı okuduktan sonra elbette yeni bir dil öğrenmenin güzel olduğu kadar, ana dilde konuşmanın nasıl da rahatlatıcı olduğunu düşünüyorum. Çocuk edindiği dil ile içinde yaşadığı topluma dahil oluyor ve bu da onun “çocuk” olarak yaşamaya devam etmesi için çok önemli bir adım. Yine tüm aile bireyleri için de bu geçerli. Dilin zenginliği, çeşitliliği ve herkesin eğitim konusunda eşit haklara sahip olabilmesi gibi çok fazla şey geçiyor zihnimden. Yine göç ve göçmenlik konusunda neler yapıldığı, neler yapılabileceği de bu kitapla bir kez daha düşünmeye davet ediyor bizi okur olarak. Yine, her insanın doğuştan getirdiği “haklar”ına nasıl sahip olabileceğini de hatırlatıyor. Kısacası elimdekine baksanız kaç sayfa ve resim, çağrıştırdıklarına baksanız onun on katı kadar. Yazarın ve resimleyenin ustalığı da bu değil mi zaten.

Yazının Devamı

Yaz Gezgini ile Hapşu Teyze

Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan Yaz Gezgini ile Hapşu Teyze kitabının yazarı Ömer Açık. Çocuk romanı kategorisinde yer alan kitap kızımın da yeni yeni okumaya geçtiği kitaplardan. Elbette hala resimli kitaplar, okul öncesi kitaplar favorimiz. Konusu hem küçük okuru, hem de beni sarınca elimizdeki kitabı okumak güzeldi. Beraber okuduğumuz ilk romanlar. Bizim de bir karavan hayalimiz var ve haliyle ikimiz de sık sık kitabın ana karakteri Roza’nın yerinde olmak istedik.

Roza yaz tatilini teyzesinin yanında geçiriyor ve teyzesi oldukça sıra dışı bir hayat sürüyor. Roza’nın ailevi bazı sorunları var ve muhtemelen anne baba ayrılığındaki kızın da bu sıkıntılı ortamdan uzaklaşması en iyisi olacak diye düşünülüyor. Neyse ki Hapşu teyze var. Hatta iyi ki var. Onunla beraber biz de hayalimizi biraz daha perçinleştiriyoruz. Hapşu teyze karavanı nereye isterse oraya giden ve bir sürü serüveni de beraberinde getiren bir kadın. Sadece bu da değil; olaylara yaklaşımı klasik öğretilerden oldukça uzak. Başka türlü bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğini fısıldıyor sanki okura. Çokça örnek var bunu somutlayacak ama sadece bir tanesine değinmek istedim bu yazıda. O da şu; bir cenaze törenine davet ediliyor Hapşu teyze ve Roza. Onlar bu törenin oldukça klasik bir tören olacağını düşünürken karşılarına hiç alışık olmadıkları bir tören çıkıyor ve okuru da tekrar ölüm konusu üzerine düşünmeye sevk ediyor. Ağlama, ağıt yakma veya buna benzer şeyler yok, aksine gidenin ardından onu olabildiği ölçüde güzel şekilde andıkları bir törende buluyorlar kendilerini teyze ve yeğen. Giyim şekilleri, yas süreci ve ölüm konusunu tersine çeviren bu kısımda biz de yanımdaki küçük okurla tekrar bu konuları konuşma fırsatı buluyoruz. Oldukça güzel detaylarla ve ölümün de doğanın bir döngüsüne işaret olduğu üzerinden işlenen bu bölüm bence çok güzeldi. Bunun dışında Roza’nın paraşütle olan tehlikeli denemelerine teyzesinin verdiği tepkiler de güzeldi. Kadın hem endişeleniyor, hem de kendisi de paraşütle uçmayı deniyor. Hayattan keyif almanın yollarına bakıyor kısacası Hapşu teyze. Didaktik değil ama bununla beraber çok öğretici bir yaşam sürdüğü için çok fazla şey de öğretiyor aslında yeğenine. İçine girdikleri her olayda farklı tecrübeler doluyor heybelerine ve elbette okur olarak bizlerin de heybelerine.

Sade dili ve akıcı anlatımıyla yazarın kitabı bizim de merakla takip ettiğimiz olaylar silsilesiyle dolu. Bu olaylardan sonra büyüyen ve olgunlaşan kız çocuğu bundan sonra yaşayacaklarına da hazır hale geliyor aslında. Bu yazıyı yazmaya başladığımdan beri bu hikaye, tarz ve konu bana tanıdık deyip durdum. Şimdi anımsadım ve hemen paylaşıyorum. Gökçe’nin Yolu adlı kitapta Ahmet Büke de benzer bir süreci ele almıştı. Anne ve babası ayrılma aşamasında olan Gökçe, köy yaşamı süren Maya halanın yanına gönderiliyordu. İki hikayede de kitabın sonunda büyümüş, olgunlaşmış ve yaşadıklarını kabule geçmiş kız çocukları konu ediniliyor. O kitabı da çok severek okumuş ve doğa insan ilişkisine büyük ilgi duymuştum. Elimdeki kitapta da aynısı oldu. Karavanda ve yerleşik hayatın tüm kurallarını yerle bir eden bir teyze ve onun büyüleyici hayatına eşlik eden bir kız çocuğu. Doğa, yaraları sarma, hayatı anlama, olayları kavrama ve onun sadece ama sadece küçük bir parçası olduğumuzu hatırlatma konusunda en iyi öğreticilerden. İki yazar da bizi tam da oradan yakalıyor. Kalemlerine sağlık ve niceleri eklensin kitaplarına.

Yazının Devamı

Mutlaka Almalıyım-Turuncu 430

Michael Speechley hem yazar, hem de çizer olanlardan. Benim bu gruba karşı özel bir hayranlığım var. Daha önceki yazılarımda da değinmiştim bu konuya. Yazar sözden sıkınca resme, resimden sıkılınca söze geçiyor ve arada kopukluk yaşamıyorsunuz bu tarz kitaplarda. Bir de ne mutlu işte, zihnindekini iki farklı şekille anlatabiliyor bazıları. Sınıfta ve tahtada orta noktada duran bir öğretmen gibi. Sağ elinde tuttuğu tebeşiri hiç kıpırdamadan sol eline bırakıyor ve olduğu yerde istediği yazıyı tamamlıyor gibi. Bilgi Çocuk Yayınları tarafından basımı yapılan ve Yasemin Yener tarafından Türkçe’ye çevrilen kitap aslında bence sadece çocuklara değil, onlardan çok, büyüklere yazılmış gibi. Çocuklarına okurken, aynı hatalara düşen çokça ebeveyn geldi aklıma mesela. Galiba çocuğa diye okurken bir parça rahatlıyoruz ama ben okurken hep aynayı kendime tutmayı sevenlerdenim. O nedenle kendimle birlikte büyükleri de görüyorum çoğu durumda.

Tüketim kültürü üzerine yazılan bu kitap bir çocuğun her şeyi olmasına rağmen bir pazarlama stratejisi ile yeni çıkan bir oyuncağı da merak edip almak istemesi üzerine kurulu. Öyle ki o oyuncak olmadan mutsuz oluyor karakterimiz. İlerleyen sayfalarda görüyoruz ki sadece o da değil, onun gibi pek çok çocuk da benzer ruh hallerinde ve aynı tüketim kültüründen besleniyor. İşlevsiz ve çocuğun yaratıcılığına hiçbir faydası olmayan bu oyuncakları düşününce; benim gibi bu yazıyı okuyanlar da oldukça tanıdık şeyler anımsayacak. Kitabı okudum ama üstüne bir de Gökçe Yavaş Önal’ın bir çizimi belirdi gözümde. İyi Kitap Dergisi’nin Haziran sayısındaki çiziminde hiç işe yaramayan bir oyuncağı ille de almak isteyen bir kız çocuğunu ve annesinin çırpınışlarını çizmiş Önal. O kadar çok kendime benzettiğim sahne vardı ki anlatamam. Dergiyi takip edenler de kendinden çokça sahne yakalayacaktır diye düşünüyorum. Hatta bu akşam kızıma da gösterdim o çizimleri. Kısacası bazen kendimizi çok yalnız hissederiz ya bazı olaylar karşısında işte galiba öyle anlarda karşımıza çıkan “iyi” şeyler moral olur hepimize. Bizi o yalnız olma halinden çıkarır en çok da. Ben de oyuncak ve hediye kültürü, bitmeyen ve abartılı doğum günleri kadar diş buğdayları daha birçoklarına hep mesafeli oldum. İtiraf edeyim bazı durumlarda kızımın yoğun ısrarlarına yenik düştüğüm oyuncak seçimleri de oldu. Bu durumlarda da baskılananın karşıma daha kötü çıkma ihtimali ile onun “sosyalleşme” adı verilen süreçte yaşadıkları baskın oldu. Çünkü hemen her arkadaşında olanın kendisinde olmaması durumunu çokça yaşadığımız oldu. Bununla birlikte şu ana kadar karne hediyesi almadım. Yine şu ana kadar ona doğum günü partisi yapmadım. Ayrıca yapan arkadaşlarımın çocuklarınınkine de katılmadım. En fazla bir veya iki istisnamız olmuştur. Her biri bir karaktere ve çoğunlukla prenseslere dönüştürülen çocukların kostümler içinde ordan oraya dolanırken sınırsız hediye yağmuruna tutulması bana pek anlamlı gelmedi. Bu konuda şükür ki aile içinde de hem fikiriz. Elbette doğum günü kutlanıyor ama bize dayatılan tüketim kültürü standartlarında değil. Elbette hediye alınıyor ama klasik ve özensiz, ayrıca pahalı ve lüks olanlardan değil. Çok uzatma niyetinde değilim bu konuyu ama ben çocuklarımın küçük şeylerden mutlu olmalarını istiyorum. Çok fazla uyaran olduğunu ve bu anlamda işimizin zor olduğunu da biliyorum ama yine de “kıymet bilmeleri” benim için önemli ve bunu yapabilmelerini istiyorum. Çünkü tüketim kültürünü bir kez aldıklarında, hayatları boyunca o kültürün esiri olacaklarını da biliyorum. Tatile gidemedikleri için mutsuz olacaklar, istedikleri oyuncak alınamadığı için veya istediği şey, arkadaşınınkinin aynısı olmadığı için. Kısacası bunun sonu yok ve mutsuz olmak kaçınılmaz olacak. Oysa ki satın alınanla mutlu olmamaları bence en doğrusu. Geçenlerde ilk kez dinledim “The best things in life are free” şarkısını. 1930 yılında Buddy DeSylva ve Lew Brown tarafından yazılan parça çok ama çok hoşuma gitti. Galiba çok fazla şey beni bu kitapta aynı noktaya getiriyor. O da hayattaki değerli şeylerin tüketim kültürü içinden geçmediği. Çocuklarımızı da mutsuz yetişkinler olarak görmemek için onları da bu kültürden “olabildiğince” uzak tutmak galiba en iyisi.

Michael Speechley bu kitabı Avustralya’dan yazıyor ama benim duygularıma tercüman olmuş gibi. Yani sorun aslında sadece bize ait değil, çocuk büyütmek zor iş ve aynı zamanda büyük bir pazarın da odağında bir iş. Dolayısıyla siz çocuk büyütürken bu pazar olası tüm duygularınızı hesaba katarak hareket ediyor ve sizi kendine dahil etmeye çabalıyor. Kitaptaki karakter o kadar güzel anlatıyor ki yaşananları, o Turuncu 430 denilen şey her ne ise mutlaka ama mutlaka alınmalı. Çocuk her yolu deniyor ve sonunda amacına ulaşıyor. Ulaştığı anda da hevesi, isteği ve merakı sönüyor. Normalde pazar buna yenisini koyarak o çarkı devam ettirir. Ama bu kitapta başka bir şey oluyor ve umut veriyor okur olarak bizlere de. O sonu da söylemeyeyim de merak edenler baksın olur mu? Sade dili ve güzel çizimleriyle bir değil, birkaç defa okunacaklar arasında yer alıyor benim için. Çocuğuna sınırsızca ve onun her istediğini almaya çabalayanlar ve elbette çocuklar için okunası dediklerimden oldu. Zaten daha önce de böyle düşünürdüm, yinelemek istiyorum; bence çocuk kitapları yetişkinleri de kapsıyor. Az söz ile yapılan bu sanat, bizleri edebiyatın yolculuğunda karşılıyor. Daha güzeli var mı sizce? Çocuk edebiyatı iyi ki var ve hepimizi sarsın o zaman. Son olarak şimdi farkettim, Kocaeli Barış Gazetesi’ndeki 100. Kitap tanıtım yazısı olmuş bu yazı, ne güzel şey yazdıklarımı yerelde paylaşabilmek.

Yazının Devamı

Annemin Çocukluğu Nerede?

Yazarının 8 yaşında yazmaya başladığını geçen gün dinlemiştim bir videoda. Sevgili Dilge Güney çok hoş birisi. Oldukça içten bir şekilde 8 yaşında yazmaya nasıl başladığını anlattı ve o döneme ait defterlerini paylaştı videoda. Kitabını çok önce okumuştum ama şimdi bugün “Anneler Günü” için yazmak istediklerimden oldu. Berna Erözkan Akan’ın resimlediği ve Yakın Yayınları tarafından basımı yapılan “Annemin Çocukluğu Nerede?” kitabı bir anne ve bir çocuk olarak çok hoşuma gitti. Annemin çocukluğuna olası bir yolculuk beni nasıl keyiflendirirse bu kitabı okurken de aynı keyfi aldım.

7,5 yaşındaki kız çocuğunun ağzından dinliyoruz hikayeyi. Kahvaltı masasında aniden kaşları çatılan annesine bakıp onun çocukluğuna doğru yolculuğa gitmeye karar veren bir karakter var elimizde. Annesinin kendisiyle oyun oynamaması da dikkatini çekiyor Ze’nin ve gerçekten oyuna dahil olmakla, mış gibi yapmak arasındaki farkı çok net hissediyor. Bizi de duygularına, heyecan ve merakına dahil ediyor Ze. Böylece başlıyor serüven. Eski eşyalar, oyuncaklar ve kıyafetler eşlik ediyor bu güzel karaktere. Ze aslında sadece annesini değil hepimizi sirkeliyor yaptıklarıyla. İçindeki çocuğu duymazdan gelen veya bir şekilde unutan büyüklerin nasıl sıkıcı olduğunu gösteriyor yazar bize, iyi de yapıyor. Kurgusunu çok beğendim açıkçası. Büyüklerin dünyası zorluklarla dolu ve hayat bazen ağırlığını hissettiriyor burası doğru ama yine de eğer bir çocukla beraber yaşıyorsanız bir şansınız var demektir. O size hayattan nasıl keyif alınacağını gösteriyor. Bu kitaptaki karakter de böyle yapıyor. Çok basit bir örnek vermek istedim şimdi; oğlum 18 aylık ve balkonda gördüğü karınca için çığlıklar atıyor, ya da açık pencereden içeri giren küçük bir sinek için. İçinde bulunduğumuz korona günlerinde dışarı çıkamıyoruz ya, ilk defa site içine indirdim. Zemin kattaki yürüteçte olan arkadaşına (ilk kez birbirlerini görüyor ve ben de o cimcimeyi en son pusette görmüştüm) el salladı ve arkadaşı da karşılık verdi. Nasıl içim ısındı anlatamam. Kendi tekdüze dünyamızda olmayan tüm güzel duygular çocuk dünyasında var zaten. Sevgili Dilge Güney de kalemini güzel yerden oynatıyor ve bizi de annelerimizin çocukluğuyla ilgili heyecanlandırıyor. Epey önce annemin ilkokul önlüğü ile siyah beyaz önlüklü bir fotoğrafını gördüm ve çok garip hissettim; aynı zamanda mutlu. Ondan çocukluğundaki hikayeleri dinlemeyi de çok severim. Kısacası yazar beni de iyi bir yerden yakaladı. Ayrıca kitaptaki kız da annesinin çocukluğunu bulduğunda kendisini kahraman gibi hissediyor ve ona bir süredir eksik kaldığı neşesini hediye ediyor.

Malum bu satırların yayınlanacağı gün “Anneler Günü”. Evladını kaybeden anneler için zor bir gün, yine annesini kaybeden evlatlar için. Çok ama çok büyük zorluklarla evladına bakanlar var veya evladının gözleri önünde acı çekenler. Anne olmak üzerine kutsallaştırmalardan uzak ve bunların tehlikeli olduğunu düşünerek ama içinde şefkat, iyilik, üretmek, neşe ve huzur besleyenlerin günü kutlu olsun. Nefret söylemi çok yaygın maalesef ama ben yine de bunu kadınlarda görünce daha fazla üzülüyor ve şaşırıyorum. Empati mi dersiniz, yoksa insan olmak mı size kalmış ama ben kadınların daha duyarlı ve hassas olduklarını düşünüyorum, dolayısıyla hayatın zorbalığına ilk karşı çıkacak kişiler olarak görüyorum onları. Bir çocuk zarara uğradığında, istismara maruz kaldığında ses çıkaran herkesin anne olduğunu düşünüyorum. Bir cana değer vermenin, onu büyütmenin ve korumanın önemine yapılan her vurguda anne olunduğunu düşünürüm. Bir yenidoğan hekiminin anne olduğuna inanıyorum mesela; eline doğan prematüre her çocuğa harcanan emekte yaşamdan alınan tavırda saklı annelikleri. Boşuna değil toprak ana demek mesela. Can vermek, canı korumak, büyütmek ve nicesi var toprak ana kelimesinde. Kısacası anneleri üzmeyin yeter, onlar yolunu buluyor ve hayata bir artı katarak yaşıyorlar zaten…

Yazının Devamı

Ali’nin Korona Virüs Kitabı

Dün mailime bu kitap geldi. Kocaeli Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nursu Çakın Memik hoca sağ olsun bana göndermiş bu kitabı. Çocuk psikiyatristi olmasının yanında çocuk edebiyatına da merak duyanlardan birisi ve bunlar üzerine konuşmayı seviyoruz. Beraber yapmayı planladığımız pek çok şey vardı ama şu günler geride kaldıktan sonra diyoruz artık. Kitap sizlerin de tahmin edeceği üzre bir çocuğun gözünden korona virüsü anlatıyor. Daha doğrusu bizlere çocuklara bakmamız için yardımcı oluyor. Kendi telaşlarımız, korkularımız ve gündelik işlerimizin içinde hepimizi saran değişimi bir çocuğun gözünden izliyoruz bu kitapla. Uzman Doktor Figen Karaceylan Çakmakçı, kitabı hızlı ve yerinde tespitlerle hazırlamış. Sanki hemen aileleri çocuklar konusunda bilgilendirme ihtiyacı hissetmiş gibi. Kendisi de çocuk psikiyatristi olan Çakmakçı bence oldukça iyi bir çaba ve emek var önümüzde. Bu yazıyla kendisine teşekkür etmek istedim.

Kitapta, evde yaşanan her şey çocuğun gözünden anlatılıyor. Etrafında çocuk olanlar bilir ki onlar doğayla iç içedir ve oyun hayatlarıdır. Parklar, ağaçlar koşmak ve zıplamak onların büyümeleri için olması gerekenlerin başında gelir. Dünyanın içinde bulunduğu durumdan dolayı şimdi hepsi evlerde ve yeni bir yaşam içinde bizlerle vakit geçiriyorlar. Bir çeşit kayıt makinası gibi olan çocuklar için bu dönem oldukça tedirgin edici olabilir. O nedenle Ali’nin Korona Virüs Kitabı bizlere çocukların gözünden bakmamız için bir fırsat veriyor. Bizlerin endişeleri, tedirginlikleri, izledikleri ve söyledikleri onlarda tahmin bile edemeyeceğimiz şeylere dönüşebilir. Bu nedenle biz büyükleri daha dikkatli olmaya ve çocuğa güven vermeye davet ediyor kitap. Ali, önce anne ve babasının kaygılı davranışları ve sözlerinden korkuyor ama sonra ailesi durumu fark ediyor ve ona gerekli telkin cümlelerini kuruyorlar. Bundan sonra Ali, virüsle ve hastalıkla ilgili korkularından kurtuluyor. Özlediği kişileri görüntülü telefonla görebilmesi ve evde ailesiyle güzel vakit geçirmesi onu “çocuk” olma noktasında korunaklı alanına bırakıyor. Uzm. Dr. Figen Karaceylan Çakmakçı çocuklardan yana bakmamız için bizleri uyarırken; çocukların da duygularını tanımlamalarına yardımcı oluyor diye düşünüyorum.

Kitabı okurken Ali’yi diğer çocuklar arasında şanslı bulduğumu belirtmek durumundayım. Elbette gönlüm tüm çocukların, Ali gibi güvenli ve huzurlu bir aile ortamında büyümeleri. Ancak çalışmak zorunda olan ailelerle ve yüksek risk grubunda yaşayan çocuklar, cezaevlerinde anneleriyle büyüyen çocuklar, sınır kapılarında bekleyen çocuklar, savaş koşullarında ebeveynlerini kaybeden çocuklar, açlıkla ve hastalıkla mücadele eden çocuklar, ensest nedeniyle travmalarda kalan çocuklar, tacize/tecavüze uğrayan ve öldürülen çocuklar var. Kısacası çocukluğu öldürülenler var ve onlarla ilgili yapılması gereken çok fazla şey. Bu süreç nasıl tamamlanacak bilmiyoruz, bunu yaşayıp göreceğiz. Sadece çocuk hakları üzerinden her çocuğun doğduğu andan itibaren sahip olduğu haklara daha duyarlı olan ve hangi görüşten olursa olsun, yaşamak, yaşatmak ve bu haklarla çocukları büyütmek niyetinde olanların yöneteceği ülke ve büyükleri olsun istiyorum hepsinin. Bu alanda çalışma gösteren ve emek sarfeden insanların çabaları karşılık bulsun istiyorum. Bunu en çok da, en azından bu sefer, yaşananlardan ders alınması ve önceliklerin insanca yaşamdan yana konulması için diliyorum ve istiyorum. Bunun karşısında olup da en çok çocukların ruhsal ve bedensel bütünlüklerine zarar verenlerin de en yüksek cezadan, asla ama asla indirime/affa uğramadan, ceza almalarını istiyorum. Buna izin verenler, buna ortam hazırlayanlar ve sözleriyle, yazılarıyla, davranışlarıyla buna sebep olanların da aynı durumda düşünülmesini istiyorum. Umarım Ali’nin Korona Virüs Kitabı her koşulda çocuğu önceliğe almamız gerektiği konusunda hepimize hatırlatma yapmış olur. Son olarak, kitap erişime açıktır ve isteyen kişiler okuyabilir.

Yazının Devamı

Güvercinci Kel Çocuk

Samed Behrengi’nin kaleme aldığı ve Esra Uygun’un resimlediği “Güvercinci Kel Çocuk” Bilgi Yayıınevi Çocuk Klasikleri adıyla basılıyor. Türkçe’ye Anooshirvan Miandji tarafından çevrilen kitap tam bir masal tadında. Keloğlan kıvamında ve benzer şeylerden sesleniyor. Keçisi, güvercinleri ve yaşlı annesi ile yaşayan Güvercinci Kel Çocuk zeki, sıradışı, sorgulayıcı ve adalet peşinde. Elbette tüm olumlamalar dışında ve temelde bazı temel konuları sorguya açması kitabı ve masalı değerli kılıyor.

Kel Çocuk bazı olağanüstü güçlere sahip. Aslında güvercinleri ve keçisi de öyle. Bunu annesiyle paylaşıyor ve hayatları ile birlikte o köydeki diğer fakir insanlar için de yaşam dönüşüme uğruyor. Kel Çocuk bir çeşit Robin Hood oluyor ve zenginlerden aldığını fakirlere dağıtıyor. Sihirli bir şapkası vardır ve onu taktığında görünmez olur. İlk evden çıktığında annesi onu başkasının malına dokunmaması için tembihler. Kel Çocuk kendi içinde bazı sorgulamalar yaparak bazı haksız kaçan elde eden kişilerden aldığını fakir ailelere ulaştırır. Bu arada gönlünü de padişahın kızına kaptırmıştır. Masal bu ya; padişahın kızı da ona sevdalıdır. İkisini ve okurları mücadeleci ve uzun bir serüven beklemektedir. Bana kalsa tüm kitabı anlatacağım, o nedenle duruyorum hemen, isteyen ve merak edene alan tanıyorum.

Kitabın benim için bir anlamı ise aslında çocukluğumu çağırması. Çocukken dinlediğim masalların tadı var kitapta. Olağanüstü şeyler yaşanıyor, adalet kavramı okuru ve dinleyeni teselli ediyor ve buna benzer şeyler. Bazı noktalarda bu olmasaydı diyorum elbette ama aslında yaşamda da çoğu şeye olmasa diye bakmıyor muyuz? Kitap bitince yanımdaki minik dinleyici ile sohbet etmek de galiba işin en güzel yanı. Henüz sekiz yaşındaki dinleyici (okur olsa da, hala bazen dinlemek daha cazip gelebiliyor ona) kitabı beğenmiş. En çok beğendiği noktalar ise; fakirlere yardım edilmesi, masaldaki kel çocuk, annesi ve eşinin kendileri çalışıp geçimlerini sağlamasıymış. Bu kısım önemli. Kel Çocuk zenginlerden aldığını evine sokmuyor ve dinleyici de bunu yakalamış. Kendi payıma da “Bak fiziksel görüntüsünü veya saçını ve saçsızlığını değil; sadece çocuğu sevdi kız” diye kamu spotu geçiyorum. Masalda kız sevdiği adama giderken gireceği yaşam mücadelesinden de haberdar. Üçüncü kitabını okuduğumuz yazardan bize kalanlar bunlar; bakalım başka okuyucularda nelere denk düşecek?

Yazının Devamı

Büyükannenin İnterneti Bozduğu Gün!

Elimdeki kitap itiraf ediyorum ki başlığından yakaladı beni. Merak uyandırdı bende ve hemen sipariş verdim. İyi ki alıp okumuşuz. Sahiden tahmin ettiğim gibi bir kitaptı. Marc-Uwe Kling tarafından yazılan ve Astrid Henn’in resimleriyle eşlik ettiği kitabı Türkçe’ye Burcu Aksu Güney çeviriyor. Uyurgezer Kitap tarafından basımı yapılan kitap tam ailecek okunacaklardan. Biz öyle yaptık mesela. Küçük Cadı ile birlikte biz de yatağa girdik ve her birimiz bir sayfasını okuduk. Bazen güldük, bazen saygı duyduk babaanneye ve keyifli bir zaman geçirdik. Sonra kitabı kapatıp üzerine biraz sohbet ettik. Babaannenin internet bozmasıyla nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu sesli düşündük ve yanımızdaki minik okuru konuşması için teşvik ettik. Yani bir anlamda babaannenin sesini duyup, o sese kulak kabarttık iyice diyelim.

Anne ve babasının olmadığı bir zaman diliminde torunlarına eşlik eden dede ve babaanne eğlenceli bir gün yaşamaya sebep oluyorlar. Özellikle de interneti bozan babaanne. Girişte son derece espirili bir şekilde kimin kime göz kulak olması gerektiği söylenmediği için ailenin en küçüğü olan ve o gün anaokuluna gitmeyen Tiffany’nin bu görevi üzerine aldığı ve iki büyümüş çocuğa göz kulak olduğu söyleniyor. Sizce de çok hoş değil mi? Bir de hep söylenir ve bence de doğrudur ki; yaşlılar ve çocuklar birbirlerine çok benzerler. Dolayısıyla Tiffany’nin özellikle babaanneyi yakın planda incelemeye alması boşuna değil. Babaanne interneti bozuyor ve eğlence başlıyor. Aslına bakarsanız ben kitabı okurken bir taraftan da Black Mirror dizisinden bazı sahneleri anımsadım. O kadar ürkütücü değil elbette ama elimizdeki kitabın derdi de aslında internetin hayatımızdan alıp götürdüklerine dayanıyor. Mizahın eşlik ettiği her sayfada elimizdeki telefonların, masalarımızdaki bilgisayarların bizim “gerçek” dünyalarımızdan ve özellikle de çocuklarımızdan neleri eksilttiğini düşünüyorum ben kendi adıma okur olarak. Üç çocuklu evde herkes kendi odasında ve internetin kendilerine sundukları ile meşgulken (Max ve Luisa) aniden herkes salonda toplanıyor ve bu değişimin sebebini anlamaya çalışıyorlar. Dede bile istediği kanalı internet üzerinden bağlanılan televizyon ekranında izleyemeyince alışkın olduğunun dışına düşüyor. Kısacası evet hepimiz internet ve getirilerine (!) çok çabuk alışıyoruz. Neyse ki babaanne tüm dünyanın bir süreliğine internete erişimini engelleyince ortaya bizim neslin rahatça anımsayacağı manzaralar çıkıyor. Aynı evin içindeki insanlar beraber vakit geçiriyorlar ve bundan keyif alıyorlar. Internet üzerinden siparişlerini alan pizzacı bile elindeki pizzaları dağıtamayınca bu evdeki eğlenceye dahil oluyor ve birebir ilişkiler tüm sıcaklığıyla sayfalardan okura ulaşıyor. Hatta evin anne ve babası da işlerini bu ani internet kesintisi nedeniyle yapamaz olunca eve erken geliyor. Biraz klasik olacak ama kısa bir süreliğine dünya güzelleşiyor işte. Sonra eve gelen görevliler sahiden de internet sorununun bu evden kaynaklı olduğunu belirtip sorunu gideriyorlar.

İnternetin tekrar düzelmesine en çok Tiffany üzülüyor; ondan sonra da biz. Babaanne karakteri kadar dede de oldukça şirin bir şekilde tasvir edilmiş ve çizilmiş. Her sayfasını tebessüm ve keyifle okuduğumuz kitap belki de bir Pazar gününe güzel gidebilir. En azından okuyanlar da çocuklarıyla beraber kısa süreliğine etraflarındaki her şeyden arınabilir ve sadece çocuk edebiyatının sularında yol alabilirler.

Yazının Devamı

Küçük Sabahattin Ali ve Defteriyle Kalemi

Uzun süredir kütüphaneye gidemiyordum. Nihayet gittim ve iyi ki gitmişim; çünkü elimdeki kitaba bayıldım. Tefrika Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı Semih Öztürk. Akif Kaynar tarafından resimlenen kitap, çok sevdiğim bir yazarı konu ediniyor; hem de onu çocukların dünyasına alma telaşıyla. Kütüphaneden beş kitap alıp ayrıldım ama içlerinde en merak ettiğim Küçük Sabahattin Ali Ve Defteriyle Kalemi oldu. Kürk Mantolu Madonna’yı okumuş ve Nilgün Eroğlu Maktav’ın hazırladığı belgeseli izlemiş birisi olarak Sabahattin Ali’nin çocuklarca okunacak olması garip bir mutluluk uyandırdı bende. Kitabın arka sayfasından gördüğüm kadarıyla iş bununla da sınırlı değil; Aziz Nesin’den Cemal Süreyya’ya, Nazım Hikmet’ten Edip Cansever’e, oradan Turgut Uyar’a kadar pek çok isim daha konu ediliyor kitaplara. Ne harika bir çaba diye geçirdim içimden; şimdi de yazarak içimdeki sesi çoğaltıyorum.

Okula başlayacak olan Sabahattin Ali karşılıyor kitapta bizleri. Heyecanı, mutluluğu ve telaşı ilk sayfalardan itibaren tanıdık ve içten bir ses sanki. Annesinin kendisine hediye olarak aldığı kalem kadar, babasının aldığı defter de çok ama çok mutlu ediyor Sabahattin Ali’yi. Başka türlüsü de beklenemezdi ama değil mi? Bir yazarın yazmaya ve okumaya olan tutkusunu vermesi bile oldukça güzel ve anlamlı bir çaba bence. Dolayısıyla hikayelerin belirli bir niyet üzerinden oluşturulduğu da belli. Yani hikaye, yazarı bize çocuk haliyle tanıtıyor aslında. Açıkçası benim çok hoşuma gitti ama fikir mi, yazılanlar mı, yoksa çocuklara ulaşacak olan yazardan mı bilemedim. Belki de itiraf edeyim; hepsi bir aradadır. Diğer kitapları da çok merak ediyorum. Örneğin Tezer Özlü var seride, Orhan Veli var diğer tarafta mesela. Kitabın sade dili ve açık anlatımı tam da çocukların göz hizasından bakıyor bizlere. Okula başlayacak olan çocuğun hevesi ile bizler de umutlanıyoruz okur olarak. Ayrıca kitaptaki çocuk olan Sabahattin Ali’nin kalem ve defterle mutlu olması da içinde bulunduğumuz zamanda eşine çok rastlanan bir durum olmadığı (maalesef bizim ebeveynlik rollerimizdeki sıkıntılar nedeniyle) için biraz içim burkulmuyor değil. Kısacası çağrışımlarıyla da benim adıma güzel bir kitap elimdeki. Kitabın arka kısmında 5-7 yaş aralığı diye belirtilmiş ama bu sınırları ebeveynler kendi çocuklarının okuma hevesine göre esnetebilir diye düşünüyorum. Mesela 7 yaşını geçiyor olsa da çocuğuyla Sabahattin Ali, Tezer Özlü, Aziz Nesin, Orhan Veli ve diğerleri üzerine konuşmak isteyen benim gibi okurlar da olabilir. Ya da sadece “Acaba çocuklara nasıl ve hangi yönüyle anlatılmış bu kişiler” diye merakınız nedeniyle de alıp okuyabilirsiniz. Kısacası bende ilk etapta merak uyandırdığı ve garip bir mutluluk verdiği için aldım kütüphaneden ve serinin diğer kitaplarını da merak ediyorum. Kim bilir belki sizde de eski bir arkadaşınızı görmüşsünüz gibi bir his bırakabilir. Güzel bir çaba ve niyet diye düşündüklerimden…

Yazının Devamı

Kral Patpat İçin Bir Lolipop

Güne güzel başlamak için kendinize biraz zaman tanımak isterseniz elimdeki kitap tam buna uygun. Can Çocuk tarafından basımı yapılan kitabın yazarı Silvia Roncaglia. Türkçe’ye Tülin Sadıkoğlu tarafından çevrilmiş ve resimleyeni Giulia Orecchia. Papatya ülkesinde yaşayan ve küçüklüğünden beri lolipoplara düşkünlüğü ile bilinen Patpat, büyüyüp kral olduğunda da durum değişmiyor. Öyle ki bu durumu bilen herkes ona kendi ülkesinden çeşit çeşit lolipoplar getiriyor

Sonunda bu tutkusunu büyük bir lolipop fabrikası yapmak için kullanmak isteyen kral bir yarışma düzenler ve duyurusunu yapar. Bu duyuruya göre en iyi lolipopu yapacak olan kişi, ülkedeki kurulacak fabrikanın baş pastacısı olacaktır. Hal böyle olunca ülkede hummalı bir çalışma başlar. Bu çabaya dahil olanlardan birisi de Boris Vanilya’dır ve amacı yarışmayı kazanmaktır. Biraz huysuz ve aksi olan Boris aynı zamanda pinti de bir pastacıymış ve çalışma esnasında pek çok kişiyi işten çıkarmış. Sadece oğlu ile çalışmaya devam etmiş. Sonunda kocaman bir lolipop yapmış ve içinde türlü tatlar olan bu kocaman lolipopu kilitli bir vagona yerleştirip oğlunu da başına bekçi olarak bırakmış. Ertesi günü merakla beklerken biraz dinlenmeye çekilen Boris’in oğlu da oldukça cömert ve iyi huylu birisiymiş. Lolipopu merak eden ve bir defacık da olsa onu yalayıp istediği tadı almak isteyenleri geri çevirmemiş. Böylece gece boyunca gelen gideni de eksik olmamış. Bunlar içinde nane tadına bakan Rita, limon tadına bakan Lino, kiraz tadına bakan Gegia, meyankökü tadına bakan Fabrizia, yabanmersini tadına bakan Billy ve diğerleri yer almış. Sonunda o devasa lolipoptan geriye sadece tek bir tadımlık kısım kalmış ve bundan Boris kadar cömert oğlunun da haberi yokmuş.

Sabahleyin büyük bir hevesle lolipopunu yarışmaya götüren Boris kilitli vagonu açınca şok olmuş. Hemen duruma müdahale eden oğlu eğer bu konuda suçlanacak birisi varsa bunun kendisi olduğunu itiraf etmiş ve kralın karşısına geçmiş. Kral önce lolipopun tadına bakmak istemiş ve o anda hayatında yediği en güzel lolipopu bulduğunu fark etmiş. Son bölüme bayıldım; çünkü şöyle bir cümle geçiyordu: “…az miktardaki lolipopa krallığındaki her insanın rengi, zevki ve hoş kokusu sıkıştırılmıştı.” Kral dönüp Boris’e “Bu azıcık karamele bir dünyayı nasıl koydun” diye soruyor ve Boris de tarifin oğluna ait olduğunu söylüyor. Böylece yarışmanın galibi de belli oluyor. Tüm renk ve çeşitleriyle yarışmanın birincisi olan lolipop bizlere de güzel bir tad bırakıyor okuyucu olarak. Toplumdaki her bireyin rengi, dili, kültürü ve tadı eklenince zenginleşebileceğimizi ve gökkuşağı gibi etrafı güzelliğe boğabileceğimizi gösteriyor aynı zamanda. Açıkçası gökyüzünü şölene çeviren o renk skalası kadar kültürel zenginliği de sevenlerdenim ve kitap oldukça güzel bir iz bıraktı bende. Dili ve anlatımı kadar, resimleri de çocuk dünyasının göz hizasında bakanlardan.

Yazının Devamı

Kendini Aslan Sanan Şola

Günışığı Kitaplığı yine güzel bir yazarı bizlerle buluşturuyor. Kendini Aslan Sanan Şola keyifle ve kahkaha eşliğinde okunacak bir kitap. Bernardo Atxaga tarafından yazılan ve Mikel Valverde tarafından resimlenen kitabın çevirmeni ise İlknur Ayaşlı. Hepimizin hayatının bir döneminde içinde olduğumuz ruh halleri aslında elimdeki kitapta anlatılan. Bay Grego ile yaşayan Şola adlı köpeğin evine gelen misafir, Afrika tatilinden anılarını anlatırken aslanlardan bahsediyor ve giderken de Ormanlar Kralı Aslan diye bir kitap bırakıyor. İşte hikaye burada başlıyor. Evin sevimli köpeği Şola da kendisini aslan gibi hissetmeye başlıyor. Başlıyor başlamasına ama okuduklarını hayatında uygulamaya çalışınca şamata eşlik ediyor okur olarak bizlere.

Bay Grego ile birlikte yaşayan ve aslında büyük konfor içinde olan Şola bir aslan gibi yaşamaya karar verince evdeki yemeği reddedip kendisi avlanmaya karar veriyor. Öyle güzel ve eğlenceli bir anlatımı var ki kitabın, arada bu sevimli köpeği alıp, sevip tekrar kitabın sayfalarına bırakmak istedim. Şola bir kediye yaklaşıyor, (en çok hoşuma giden bölümlerden birisi de buydu) ve avı uzaktan küçücük görünürken, Şola ona yaklaştıkça kedi gözünde büyümeye başlıyor. Kendince en yüksek sesi çıkarıyor ama kedi ona aldırmıyor. Bir ara kedinin sağır olduğunu düşündü sevgili Şola. Kendince kükrediğini sanan Şola’yla dalga geçen kedi karşısında bizimkinin morali bozuluyor haliyle. Elbette karnı da aç ve eve de resti çekmişken biraz daha çabalıyor ama durum gittikçe kötüleşiyor. En sonunda evin yolunu tutuyor ve Bay Grego’nun kendisine hazırladığı yemeği yemeğe koyuluyor. Komik olan bir diğer yan ise Şola’nın Bay Grego ile atışması. Ona diyor ki; “Kesin olan şu ki, senin birçok kez hata yapmana karşın, ben çok az hata yaptım. Hayat böyle işte.” Çocukların bazen kendilerinden büyükmüş gibi davranmaya çabalamaları ile Şola’nın hareketleri arasında hiç fark yok. İkisi de son derece komik ve izlemesi keyifli.

Çocuk edebiyatından bakınca gündelik hayatın içinde yaşadıklarımızı izlemek ayrı bir tad bırakıyor okuyucu olarak bende. Hem kendi çocukluğunuza gidiyorsunuz, hem de yanınızda büyüyen çocuğun türlü hallerine bir kez daha tanık oluyorsunuz çocuk edebiyatı ürünlerine bakarken. Elbette resimler de bu keyfe artı katkı sunuyor. Şola çok tanıdık ve bizden biri sanki. Bence başarısı da bundan kaynaklı zaten yazarın. Basit ama oldukça keyifli bir konuyu edebiyatla birleştirmesi ve okura sunması yazarın çoklu kişiliği ile birleşince daha da keyifli oluyor. Farklı türlerde yazan, ekonomi eğitiminin yanında felsefe eğitimi de alan yazarın filmleri de varmış. Kısa bir internet taramasında karşıma çıkanlar Şola’nın neden böyle Bay Grego ile atışabildiğini de gösteriyor doğrusu. İyi ki çocuk edebiyatına girip, bu alanda da yazmış dediğim yazarlardan oldu Bernardo Atxaga. Bir Pazar gününe eklenecek keyifli ve eğlenceli bir kitap olduğu için tavsiye ile…

Yazının Devamı

Avucundaki Öpücük

Okuduğum en zarif kitaplardan bir tanesi elimdeki. Audrey Penn tarafından yazılan ve iki tane resimleyeni olan kitap sahiden sıcacık bir konu ile karşımızda. Ruth E. Harper ve Nancy M. Leak’in çizimlerini üstlendiği kitap, Butik Yayıncılık tarafından basılıyor. Türkçe’ye Pınar Savaş tarafından çevrilen kitap oldukça başarılı bir ekip çalışmasının ürünü.

Oldukça basit bir konuyu, duygularla bezeyerek anlatıyor yazar. Anneden ayrılıp okula başlayacak olan minik bir rakuna annesi tarafından verilen cesaret konu alınmış. Okulun eğlenceli, yeni oyun ve arkadaşlıklara yelken açmak için iyi bir yol olduğunu, okulda kitap okumanın keyfine varacağını anlatan anne rakunun sözlerine eşlik eden resimler de son derece keyifli. Büyük bir dikkatle annesini dinleyen minik rakun son olarak annesinin kendisine verdiği sır ile güçleniyor. Anne rakun bir öpücük bırakıyor minik rakunun avucuna ve şöyle söylüyor: “ne zaman kendini yalnız hissedersen ve birazcık evdeki sevgiye ihtiyaç duyarsan, elini yanağına bastır ve şöyle düşün: ‘Anne seni seviyor. Anne seni seviyor.’ Bu öpücük yüzüne atlayacak ve içini sevimli, sıcacık düşüncelerle dolduracaktır.” Ben bu satırları okuduğumda zaten satırlardan kalbime sıcacık bir şeyler aktı bile. Resimleri de izleseniz tamamen o duyguyu içinize alırsınız. Minik rakun bu öpücükle çok daha cesur adımlar atmaya başlıyor ve büyüme sürecinde güvenle yol alıyor. Çocuklar aldıkları olumlu duyguları dönüştürme konusunda oldukça başarılıdır ve bu kitaptaki minik rakun da öyle. Annesine dönerek o da elini istiyor ve o da bir öpücük bırakıyor anne rakunun avucuna. Artık büyümüş ve annesine sevgisini sunuyor olması çok güzel. Anneler çocuklarını cesaretlendirirken bu ayrılıştan etkilenirler. Kitapta bu etkiye yardımcı olacak şekilde getirilen bu kısım, açıkçası beni daha da duygusallaştırdı. Anne rakun da duygusallaşıyor ve kendi kendine “Minik yavrun seni seviyor” diye şarkı söylemeye başlıyor. Ormandaki diğer canlılar kadar, okuyucu olarak bizler de güzelleşiyoruz bu satırlardan sonra. Hayal etmesi bile güzel değil mi sizce de? Çocukların büyüklere sevgilerini göstermeleri hep daha güzel ve samimidir. Kitapta da bu sıcaklık okuyucuda hemen kendini gösteriyor. Bu satırları yazarken hiçbir canlının evlat acısı yaşamaması ve hiçbir yavrunun da annesiz büyümemesi dileği eşlik ediyor bana. Sizlerle de paylaşarak ve elbette tavsiye ile sonlandırıyorum yazıyı…

Yazının Devamı

Emma Kıskançlık Yapıyor

Yazarı Pakita ve resimleyeni Marygribouille olan “Emma Kıskançlık Yapıyor” kitabı yine bir seriye ait. Uyur Gezer Kitap tarafından basımı yapılan kitap belirli bir niyetle yola çıkıyor. Bu anlamda daha önce yazdığım benzer kitaplarda olduğu gibi çocuk edebiyatında nerede durduğu konusu soru işareti. Bununla birlikte beğendiğim ve okurken yanımdaki çocuk ile konuşma aralığı yakaladığım kitaplardan birisi elimdeki. Daha da önemlisi bir grup öğrenci ile öğretmen arasında geçen düşünme pratiği üzerine çok güzel bir örnek. Çocuklarla felsefe yapıyor yazar ve buna bizi de dahil ediyor okur olarak.

Kitabın kapağında “Duygu Okulu” yazılı. Çocukların okul hayatına dair yaşadığı duygulara yolculuk ediliyor kitaplarla. Bu yolculukta iletişim, empati, felsefe, düşünme daha birçok kavram bize eşlik ediyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki bir duygunun tanımlanması ve kabul edilmesi son derece zarif bir şekilde işleniyor kitapta. Emma adındaki bir kız çocuğu çok sevdiği arkadaşı Lea’yı kıskanıyor ve bunun üzerinden tüm sınıf kütüphanede biraraya gelerek bu kavram üzerine konuşmaya başlıyor. Öğretmenleri de sadece yönlendirici olarak yer alıyor, soru soruyor ve bu sorulara yanıt üreten çocuklardan yeni sorular üretiyor. Böylece çocuklar daha önce düşünmediklerini konular üzerine düşünüp kendi duygularıyla hem yüzleşiyorlar, hem de bunların kendilerinde sebep olduğu durumlara göz atıyorlar. Beğendiğim bir diğer yan ise didaktik bir dilin olmaması ve tamamen çocukların göz hizasından bakabilmesi yazarın. Resimler de elbette buna eşlik ediyor. Sınıf Radyosu adını verdikleri sohbet aracılığıyla çocuklar ortaya çıkan sorun üzerine beraber düşünüyorlar ve sorunu yaşayan kişinin de düşünmesini sağlıyorlar. Eleştirme, ötekileştirme veya ayıplama yok bu sohbette; sadece anlama telaşına tanık oluyorsunuz. Her çocuğun kendi hayatından örnekler verdiği sorular üzerinden okur olarak siz de kavramı tekrar gözden geçiriyorsunuz. Sınıftaki çocukların son derece içten ve samimi olarak verdiği yanıtlar, kıskançlığı nedeni ile üzgün ve kızgın olan Emma’nın da konuşmasına ve duygusunu aktarabilmesine olanak sağlıyor. Öğretmenden gelecek bir uyaran değil de arkadaşlarından gelen uyaranlarla bunun oluşması da biz büyüklere bir ders niteliğinde. Konuşan, düşünen ve eleştiren çocuklar tam da istediğimiz türden aslında. Öğretmenin oldukça güzel soruları ile farklılıkların aslında zenginliğimiz olduğu sonucuna varan öğrenciler kadar okur olarak bizler de bu sohbete dahil olduğumuz için mutlu oluyoruz. Basit bir kıskançlık meselesi deyip konuyu o saniyede kapatmak yerine, kavramın kendisi hakkında düşünmemizi, farklılıklar üzerine sohbet etmemizi sağlayan, özgüven, empati ve iletişim gibi konuları da önümüze getiren kitap bence son derece yararlı. Son dönemlerde ülkemizde ve dünyada yaşanan şiddet olayları belki de bunların eksikliğinden kaynaklanıyor. Düşünmeden ve empati kurmadan yapılan yorumlar kadar duygularımızı ve bunların bizlerde neden olduğu durumları da gözardı edince şiddet ve zorbalık kaçınılmaz oluyor.

Bu kitabın elime nasıl geçtiğine de kısaca değinmek istiyorum. Çocuk edebiyatı üzerine yazdıklarımı bir süredir radyo programına taşıyorum. Bu programlarda çocuk edebiyatı rehberliğinde bazı konuları sohbet konusu olarak ele alıyoruz. Onlardan bir tanesi de çocuklarla felsefe eğitimi oldu ve konuğum Hülya Kılıç Ünsalan’dı. Kendisi özel bir okulda 1 yıldır çocuklarla (ilköğretim çocukları) çalışıyor ve felsefe eğitiminin pratiği hakkında bizimle sohbet etti. Geldiğinde yanında getirdiği kitaplardan birisi de bu yazıya konu olan Emma Kıskançlık Yapıyor’du. Sınıfta dersin nasıl işlendiğini hayal ediyordum ama bu kitap hayalimi biraz daha renklendirdi diyebilirim. Şimdi sadece o renkli hayalin hareketi kaldı geriye. Bu vesile ile bir kez daha kendisine teşekkür ediyorum. Yazı dili ve çocuklarla konuşma şekli açısından şimdiye kadar okuduklarımızdan farklı ve farklılığıyla güzel bir kitap ile siz de güzel bir Pazar günü geçirebilirsiniz belki. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

Büyük Kurt & Küçük Kurt

Sizden kilometrelerce uzakta olmasına rağmen okuduğu ve etkilendiği bir kitabın konusunu sizinle paylaşanlar varsa bu sizi mutlu etmeye yetiyor. Hele de konuşmaya çalıştığınız şey çocuk edebiyatı üzerinden kuruluyorsa, ayrı bir tebessüm bırakıyor sizde. Bugüne konu olan kitaplar da onlardan biri işte. Hatta “Sevgili Saadet,

Bugün keşfettim bu kitapları. İnanılmaz nasıl daha önce görmemişim. Türkçeye yeni çevrilmişler. Heyecanla tavsiye ediyorum” diyen bir facebook iletisine(Melike Akkaraca Köse’ye teşekkür ile) kayıtsız kalamadım ve ilk fırsatta aldım seriyi. Bir solukta okuduğum kitaplar sahiden günümü ve gönlümü hoş etti. Nasıl güzel, nasıl sıcak ve içten bir anlatım dili var ancak okuyarak görebilirsiniz. Nadine Brun-Cosme tarafından yazılan ve Olivier Tallec’in kaleminden resimlenen seri Nesin Yayınevi aracılığıyla elimize ulaşıyor. Ali Nesin’in çevirisi ile Türkçe’ye kazandırılan kitapları siz de hem yanınızdaki küçüğe, hem de aslında kendinize hediye edebilirsiniz.

Çocuk edebiyatının büyüleyici dünyasına katılanlardasınız diğer kitaplardan aynı tadı alamayabilirsiniz. Bu ara bende bu etki oluşuyor. Resimler kadar, anlatımın güzelliğine kapılıp kısa bir süreliğine de olsa büyüklerin kocaman, ama içi boş söylemlerinden ziyade; az ve öz diyalogla çok şey anlatan bu mucizevi dünyaya kapılabiliyorsunuz. Hele de resimli kitaplarsa elinizdeki, hayal gücünüz de size ziyadesiyle eşlik ediyor ve görsel bir şölenle karşılaşıyorsunuz. Yazı ile söz beraber dans ediyor gibi ve siz de müziğin olduğu kadar dansın da etkisi ile bakıyorsunuz kitaba. Üstüne yanınızdaki küçüğün okuması, izlemesi ve yorumları eklenince ona ayırdığınız zaman, size katlanan enerji ve umut olarak geri dönüyor. Çocuklarla beraber olmanın zorluğu kadar, güzelliği de burada saklı zaten. Şaşırma, heyecan, enerji ve daha birçok yaşamsal tepki eşlik ediyor çocukla kitap okumaya. Belki de en öz haliyle sıradanlığın sıkıcılığından kurtulabiliyorsunuz çocukla kitap okurken. İşte tüm bunlar çocukla yaşarken de oluyor. Karın yağışına olduğu kadar suya, yağmura ve bahara da tüm enerjisi ile eşlik eder çocuklar ve yaşamı katlanır kılarlar. Elimdeki seri de aslında bu noktadan hareketle yazılmış gibi. Büyük Kurt’un sıradanlaşan hayatına Küçük Kurt giriyor ve yaşam şenlikli haline bürünüyor hemen. Hayattan keyif almayı unutmaya başlayan Büyük Kurt hayatına minik misafirin girmesiyle ani bir değişime uğruyor ve bu değişime bizi de dahil ediyor. Kitapta Büyük Kurt’un düşüncelerine yer verildiği şu kısım özellikle hoşuma gitti: “Küçücük, hatta minnacık bir şey kalpte ne kadar yer kaplayabiliyormuş, hem de koskocaman bir yer.” Sahiden de öyle. O küçücük bedenlerinin yanında dünyaları sığdırıyorlar kalbimize o minikler. Bu sırra erişenler yaşça daha büyük olanlar galiba. Çocukla çocuk olmak değil de onunla arkadaş gibi olmak yaptıkları. Tıpkı çocuk edebiyatı gibi. Onların göz hizasından bakılıyor ve anlatılıyor hikayeler. İşte bu yüzden onların dili ortak ve evrensel. Bunu açıklayabilecek başka sözcük yok. Küçük Kurt’un isteklerini dikkate alan ve hatta bulunduğu yeri değiştiren Büyük Kurt mesela, bir portakal için maceralara atılıyor. Bunu kendisi için yapmazken, yanındaki miniği mutlu ederken mutlu olacağını bilmekten ziyade hissettiği için de yapıyor. İki arkadaşın tanışmalarını anlatan Beklenmeyen Misafir kadar, Güzelim Portakal, Düşmek Bilmeyen Yaprak da oldukça keyifli. Duru bir anlatım kadar, sizi de etkisine alan resimler eşliğinde bu sevimli ikilinin maceralarına tanık ve dahil oluyorsunuz. Bir de güzel olan ne biliyor musunuz; çocukluk ortak vatanında bırakılan güzel bir notun bizlere kadar ulaştırılması. Dileğim; o vatana her dil ve ülkeden katkıların artarak devam etmesi. Çünkü belki ancak o zaman kurtulabiliriz sıradan ve zorba olandan. O zaman yaşanabilir olur dünya hepimize. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

Nasıl Başlar?

SilvanaTavano’nun kaleme aldığı ve Elma’nın resimlediği kitap Filiz Özdem tarafından Türkçe’ye çevriliyor. Yapı Kredi Yayınları’nın basımını üstlendiği kitap oldukça keyifli bir anlatıma sahip. Hayatı sorgulama üzerine oldukça duru bir anlatımla aslında çocuklarla felsefe yapıyor “Nasıl Başlar?” kitabı.

Hayatın bir başlangıcı olduğu kadar sonu da olacağını, bazen son gibi görünenin aslında yeni bir başlangıç olabileceğini anlatıyor kitap ve bunu çocukların göz hizasından yapıyor. Doğanın dönüşümü, bazı başlangıçların farklı yerlere gidebileceği, bir tırtılın kelebeğe, bir yumurtanın civcive dönüşmesi gibi örneklerle aktarılıyor minik okurlara. Sorgulatan, soran ve düşündüren bir kitap aynı zamanda elimdeki. Okurun alışık olduğu bir tarzı yok yani. Resimler harika ve sözün görevini çok güzel bir şekilde omuzlarında taşıyor. Oldukça iyi bir işbirliği izleniyor yazar ve çizer arasında. Hayal etmenin önemine de vurgu yapılıyor ve karmaşık görünen şeylerin aslında çok kolay olabileceği işaret ediliyor. Çocuk gözünden bakılınca zor kavramını da böylece tekrar düşündürtüyor yazar. Kitabın kulağıma en hoş gelen cümlesi dostluk tanımlaması yapılan kısmıydı. Burada “Neyse ki pek çok şey sadece bir arzuyla başlar: Bir sır hiçbir şey anlatmamayı seçtiğimizde başlar… Bir dostluksa, her şeyi anlatmak istediğimizde” diyor. Bu kısmı okuyunca dostluk kelimesinin nasıl da güzel ve özel olduğunu düşündüm. Yine hayata dair hemen her şeyin paylaşılabileceği o değerli insanların hayatlarımızda olmasının nasıl da zenginleştirici, iyileştirici ve çoğaltıcı olduğunu. Çocuklukta kurulan dostluklar ise çok daha büyük bir zenginlik. Bir cümle ile çok şey anlatıyor yazar ve bunu ustalıkla yapıyor.

Son olarak en vurucu cümle ise yaşam döngüsüne dair yapılan yorumla ilgili. Bu kısımda da “Her şeyin bir sonu olduğunu anlamanın tek yolu vardır: BAŞLAMAK…” diyor yazar. Sizi bilmem ama bir yetişkin olarak kitap bana çok iyi geldi. Yanımdaki miniğe okumak niyetiyle değil; açık açık kendi merakıma yenik düşerek sipariş verip de aldığım ve hevesle okuduğum bir kitaptı. Yazar hayal kırıklığına uğratmadı ve oldukça keyifli bir zaman verdi okur olarak bana. Az sözle çok şey anlatmayı ve çocuklarla hayata dair her türlü sohbete girebileceğimizi de fısıldadı kitabında. Oldukça güzel bir anlatım ve resimlerin eşliğinde sizler de belki yeni başlangıçlara yelken açabilirsiniz. Bu yazıyı tamamlarken yazarın sosyal medya hesaplarına göz attım ve içimden “Keşke daha fazla kitabı Türkçe’ye çevrilse” diye geçirdim. Kim bilir belki yayınevleri duyar sesimi. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

Düşünce Okuyan Kız Noona

Orit Gidali’nin yazdığı ve Aya Gordon-Noy’un resimlediği “Düşünce Okuyan Kız Noona” 1001 Çiçek Kitapları tarafından basılıyor. Türkçe’ye çeviren ise Onur Özbek. Düşünce okumanın nasıl bir şey olduğunu düşünürken elinize aldığınız kitap sizi çocuk dünyasına götürüyor. Bir çeşit onları anlama kılavuzu da diyebiliriz. Bu anlamda çocuklar kadar büyüklerin de okuması gerekenlerden diye geçti aklımdan.

Okuldan eve mutsuz gelen Noona adlı kıza bir arkadaşı “Flamingo gibi bacakların var senin” diyor. Bu duruma üzülen Noona iyi ki annesiyle bunu konuşuyor. Annesi de ona etrafındaki insanları anlamasını sağlayacak bir sihirli değnek veriyor. Kitabın çok hoş bir mantığı var. Bunu da şu sözlerle çok güzel anlatıyor yazar: “Kalpten dudağa doğru yolculuk ederlerken, iyi sözcükler bazen kötü sözcüklere dönüşebiliyordu.” İşte çocuk dünyasına ait anahtar bir cümle karşımızda. Noona, annesinin kendisine verdiği sihirli değnek ile etrafındaki diğer çocukların neler düşündüğünü anlıyor. İstediklerinin tersini söyleyen veya olumsuz şekilde isteğini ifade eden çocukları görünce Noona kadar okur olarak bizler de şaşırıyoruz. Çocuklarla bir şekilde yolu kesişenler için çok uzak bir şey değil ama bazen gündelik hayatın içinde biz büyükler de onların ne istediğini anlayamayabiliyoruz. Bu anlamda bize de bir hatırlatma bu anlamıyla kitap. Noona öncelikle kendisiyle arkadaş olmak isteyen ama bunu söyleyemeyen ve kendisine üzücü cümleler sarfeden çocuğu dinliyor sihirli değeniyle. Ona beklemediği birkaç olumlu cümle ile karşılık verince kötülük yok oluyor kendiliğinden. Keşke büyüklerin de dünyasında bunca kolay olabilse her şey. Noona diğer çocukları da biraz dinleyip, onların da gerçek düşüncelerini öğrenince bu işe son veriyor. Çünkü artık o olmadan da insanların neyi neden yaptığını anlayacak duruma geliyor küçük kız. Değnekle işleri bitince de onu bahçeye bırakıyorlar. Bir güzellik ekleniyor sonra ve değnek bir başka canlının eline geçiyor. Şimdi farkediyorum da neredeyse tüm kitabı anlatma telaşındayım. Ama eminim gerçek okurlar bir şeyin aslını, onun anlatımından daha çok merak ederler. Ben de burada bırakıyorum ve o güzel sona erişmek isteyenlere küçük bir merak duygusu armağan ediyorum.

Basit ama derinlikli anlatımı kadar resimleriyle de çok hoş bir kitap. Çocuk dünyasını yakından tanıdığı ve iyi gözlemlediği belli yazarın. Türkçe’ye çevrilip elimize gelmesi de bizler için şans bence. Bir Pazar gününe de güzel gider yani aynı zamanda. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

Eyvah! Uçurtmam Kaçtı!

Acar Bilgi Merkezi Yayınları tarafından basımı yapılan ve Nural Birden Akca’nın kaleminden çıkan “Eyvah! Uçurtmam Kaçtı!” kitabı oldukça keyifli bir okumaya çağırıyor okuru. Henüz küçük cadıma okumadım ama ben okurken keyif aldım ve üzerine yazmayı istedim hemen. Öncelikle kitabı sevmemin nedeni belki de benim de hayalime ev sahipliği yapması. Bulutların üzerinde uyumak ve yeryüzünü izlemek gibi bir hayalim var ve kitap bir rüzgarla gökyüzünde dolaşan Meltem adındaki kızı konu alıyor. Hayalim Nural Birden Akca tarafından ve rüzgar eşliğinde gerçek oluyor bir anlamda.

Doğa olaylarını keyifli ve oldukça güzel bir şekilde anlatan yazar; güneş, rüzgar ve rüzgarın işlevlerini konu alıyor aslında. Bunu yaparken de didaktik bir tavrı yok aslında. Güneşin ortaya çıkması ve ardından biraz da inatçı olan rüzgarın çıkması ile mutlu olan Meltem adındaki kız çocuğu uçurtmasını uçurabildiği için mutlu oluyor. Bunu gören rüzgar daha da fazla esince kızın uçurtması elinden kaçıyor. Bu sefer rüzgara kızan Meltem bir anda kendini onun kollarında buluyor. Rüzgarla konuşan ve onunla birlikte uçurtmasının peşine düşen Meltem böylece yeryüzüne, gökyüzünden bakarak bizi de dahil ediyor kendisine. Yel değirmenlerinin çalışmasından ekmeğin yapımına, rüzgar türbinlerinden kentin üzerindeki kirli havanın dağıtılmasına kadar çok farklı noktalarda rüzgarın üstlendiği görevler Meltem’i şaşırtıyor. Yazar birkaç noktanın altını çiziyor kitapta. Doğanın döngüsü bunlardan bir tanesi. Kent üzerinde dolaşırlarken hava kirliliğine yapılan vurgu da bir başka açıdan önemli. Kitabın sonunda uçurtmasına kavuşan Meltem kadar okur olarak ben de mutlu oluyorum. Son olarak; rüzgar ve Meltem’in, denizin üzerinden süzülen rengarenk yelkenlilere eşlik etmeleri de ayrıca güzel. Basit ama güzel bir konusu var kitabın. Anlatacaklarını oldukça yumuşak ve keyifli bir dille anlatıyor yazar. Kitabın en arka kısmında da kağıttan rüzgar gülü yapımı anlatılmış. Bu yazarı ve kitabını ilk kez tanıyorum. Muhtemelen diğer kitaplarına da göz atacağım. Sanki çocuklara anlatmak istediği çokça şey var gibi. Bir telaşı var yazarın ve onun telaşı beni de garip bir şekilde mutlu etti. Hayatı çocuklara edebiyatla anlatmaya çalışan ve klasik yöntemlerin dışına çıkanları seviyorum. Sanırım bu nedenle yazarı ve elimdeki kitabını sevdim. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

5 Çocuk 5 İstanbul

Elimdeki kitap birkaç yönden oldukça ilginç. Bir tanesi kişisel bir durum; o da bu kitabı uzun bir aradan sonra kütüphaneye gidince küçük cadının gelip elime vermesi oldu. Kitabı merak etti ve bunu ödünç almamızı istedi. İkinci ilginç olan yanı ise, 300 bin yıllık bir kültür tarihini ele alan Mine Soysal’ın İstanbul Masalı’ndan yola çıkması ve o kitapta resimleyen olarak yer alan Betül Sayın’ın, bu kitapta yazar olarak yer alması. Son olarak da ve iyi ki Betül Sayın’ın bu değerli kitabı çocuk dünyasına yakınlaştırma isteği. Ortaya 5 Çocuk 5 İstanbul kitabı çıkıyor ve Günışığı Kitaplığı da bu güzel hizmeti yerine getiriyor işte.

Birbirinden farklı 5 çocuk ve dönem üzerinden ama hepsini ilmek ilmek örerek hikayelendiren Betül Sayın, İstanbul’un tarihi ve kültürel zenginliğini bize bu kitap aracılığıyla sunuyor. Çocukların dilinden ve onların görsel dünyalarından hareketle ele alınan öyküler birbirleriyle bir küçücük noktadan bağlanıyor ve günümüzden başlayan hikaye mağarada yaşayan kemik tokalı kız dönemine kadar geniş bir yelpazede bu zenginliği önümüze sunuyor. Açıkça itiraf edeyim ben henüz Mine Soysal’ın kitabını okumadım ama elimdeki kitapla başlamak bile diğerine karşı merak uyandırdı. Elbette çocuk edebiyatında böylesi kitaplar görmek hep daha mutlu etmiştir çünkü mesela okurken bir çocuğun üzerinde yaşadığı coğrafyayı tanımasına aracı oluyorsunuz. Ayrıca o daha okuma kısmına geçmemişken(bizim küçük cadı daha 1 sınıf ve “ela ile laleler”de) sizin sesiniz ve vurgularınızla kocaman bir tarihi ve kültürü dinliyor ve izliyor. Size ona eşlik ederken aynı tadı almak düşüyor ve bu inanılmaz güzel bir an. Öyle onunla geçirdiğiniz her an gibi değil ama; paylaşarak ve paylaşırken yarın öbür gün sohbetinize eşlik edeceğini bilerek yaşanan bir an. Bu durum, sizi de onunla birlikte hayal alemine bir kez daha sürüklüyor. Ayrıca müthiş bir tarihe sahip çıkma gereğini önünüze koyuyor. Hem sahip çıkma, hem de aslında “insanlık tarihi”nde ne kadar küçük ve geçici bir dönemde olduğumuzu göstermesi anlamında önemli bir vurgu var bu kitapta. Siz okurken bu büyük kültürel mirasa şaşırıyorsunuz ve onun ancak bir dönemine denk geldiğinizi anlıyorsunuz. Sizden ziyade yanınızdaki küçüğün bu bilinçle hayata başlaması belki kültürel çeşitliliğin ancak ve ancak zenginlik olarak hayatımızda olacağını bilmesini de sağlar. Hem sonra kim bilir bu vesile ile ırkçılık ve gereksiz tüm kötü olaylar son bulur. Hepimiz “insan” olma ortak paydasında eşitleniriz belki bu tarz yayınlar sayesinde. Büyük bir umut veya düş mü bilmiyorum ama okurken bunlar geçti zihnimden.

Yarın öbür gün (zaman ve hayat izin verirse elbette) yanımızdaki küçük cadı ile farklı söylemlere dair sohbetlere gireceğimizde; ona insanlık tarihinde nerede olduğumuzu ve bizden öncekiler kadar sonrakilere de sorumluluğumuz olduğunu söyleme fırsatı aslında bu kitap. Sadece bir mekan ve o mekanı tanıma aracı değil; kültürel ve tarihi açıdan da sizi ve sohbetinizi besleyecek bir aracı. Birarada ama geçmişin izleriyle, gelecekten alınan bir mirasa sahip çıkarak yaşama isteği ve tutkusunu hatırlatıyor yani. Nasıl mı? Öncelikle okur olarak bizlere ayaklarımızın altındaki toprakların geçici misafirleri olduğumuz vurgusunu yapıyor inceden inceye ve her dönemin bir parçası ile geleceğe mesaj bıraktığını fısıldıyor. Bir çocuk anneannesinin evinde bulduğu bir eski şapka ile bir önceki döneme gidiyor ve ordan başka bir simge ile de başka bir dönem ve çocuğun yaşadığı döneme. Kısacası oldukça güzel geçişler ve hikayelerle örülmüş bir kitap. Emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür ve saygı ile…

Yazının Devamı

Obur Prenses

Elimdeki kitap gerçek ile masalın harmanlaşmış hali. Çocukların keyifle dinleyeceği ve izleyeceği bir kitap. Çiğdem Gündeş’in yazdığı, Zeycan Güleç ile Zeynep Güleç’in resimlediği kitap Tudem Yayınları’ndan çıkıyor. Doğru beslenme, spor ve hayattan keyif alma üzerine oldukça güzel bir kitap. Sadece bu yönleriyle bile zamane çocuklarının ihtiyaç duyabileceği bir kitap.

Çiğdem Gündeş masal tadında başlıyor kitaba. Resimler de öyle. Ancak aradaki nüanslar ve bazı kelime oyunları ile masaldan gerçeğe geçiyoruz, tıpkı resimlerdeki gibi. Yiyeceklerdeki abur cuburlar ve fazlalıklar gerçek olanlardan resmediliyor örneğin. Bu da okurken bence dikkati daha fazla kendinde topluyor. Küçük bir kız çocukları olduğu için oldukça mutlu olan hükümdar ve eşinden bahsediyor kitap. Hani aslında kız çocuklarının önemsenmediği ve erkek çocuk üzerinden geleceğin inşa edildiği ve eril iktidarın sonuna kadar işlendiği dönemden bir hikaye ama yazarı tersine çeviriyor işte bu düzeni. İyi de yapıyor. Kız çocukları olduğu için çok seviniyor anne ve babası. Tam da olması gerektiği gibi aslında; yani sadece cinsiyeti nedeniyle değil de çocukları olduğu için mutlu olan bir çift karşımızda. Bu güzel kız çocuğunu tüm halk da seviyor ve gözde oluyor bir anda. Gelelim sıkıntılı kısmına. Yemek yemeyi seven küçük kızı sırf “yediği” için daha da çok seven insanlar farkında olmadan ona en büyük kötülüğü yapıyor. O yedikçe daha çok veriyorlar ve işler çığrından çıkıyor. Küçük kız bir süre sonra sadece yemek yemeye odaklı yaşıyor ve fazla kilolarıyla hareket kabiliyetini bile kaybediyor. Anne ve babası duruma çözüm üretemiyorlar. Sağlıksız beslenen ve hayatında hiç hareket olmayan bu kız çocuğu için kötü günler de böylece başlıyor.

Yine aynısını yapıyorum değil mi? Kendimi durdurmasam tüm kitabı anlatacağım. Tamam şimdi bunu yapmayacağım ama sadece şu kadarını söyleyeyim, kedilerle ve kurnazca bir çocuğun ürettiği bir oyun ile bu küçük kız hem eski sağlığına, hem de kilosuna kavuşuyor. Küçük kızı üzmeden ve vücudunun ihtiyaç duyacağı kadar besleyen çocuk oldukça keyifli bir oyuna dahil ediyor onu. Bu şekilde hayattan zevk almaya yeniden başlayan kız çocuğu yiyeceklere ulaşacak duruma geldiğinde de kendisi reddediyor ve hayatın yemek dışında bir şeyler olduğunu da kavrıyor. Sonunda da bu güzel ikili istedikleri için evleniyorlar.

Yazının Devamı

Ben Nereden Geldim?

Çocukların hayata dair bilgileri, en doğru kanallardan öğrenmeleri oldukça önemli. Aksi durumda bilinçaltına atılan yanlış bilgilerin acısını hem kendileri, hem de toplum çekiyor. Kültürel olarak, cinsellik gibi konuşulması sıkıntılı görülen konuların çocuklar için uygun şekilde aktarılması bu anlamda beni mutlu ediyor. Elimdeki kitap bir bebeğin nasıl dünyaya geldiğini onların göz hizasından anlatıyor. Böylece Teo adlı kahramanımızın kafasındaki karmaşa da son buluyor. Bilgi Yayınevi Çocuk Kitaplığı’ndan çıkan “Ben Nereden Geldim?” kitabı aslında bir seriye ait. Yağmur Artukmaç ile Psikolog İpek Gökozan tarafından yazılan kitaplarda Nurbanu Asena da resimleriyle yer alıyor.

Çocuklar sosyalleşme adı verilen süreçte arkadaşları ve diğer uyaranlardan edindikleri bilgilerle eve geliyor. Bu aşamada bazen ebeveyn olarak siz de aniden şaşırabiliyorsunuz size aktarılan bilgilerde. Özellikle çocukların kendi aralarında konuştukları şeyler hem komik, hem de yanlış olabiliyor. Bizde de aynen kitaptaki Teo ve arkadaşları gibi bir bebeğin dünyaya gelişi ile ilgili gerçek olmayan bilgiler geldi eve. Küçük cadı arkadaşlarından duyduklarını söylemeye başlayınca kitabı okuma zamanı geldiğine karar verdik. Son derece yalın bir anlatım ile önce cinsler arasındaki fiziksel farklılıklar, sonra da bir bebeğin nasıl oluştuğuna dair bilgiler yer alıyor kitapta. Teo’nun kafa karmaşasını yok etmek isteyen annesi ona yararlandığı bir kaynaktan bilgiler veriyor ve arada da Teo’nun aklına takılan soruları yanıtlıyor. Bizde de benzer şeyler oldu. Tam Teo’nun anne karnındaki bebek için “Peki, ben senin karnında sıkılmadım mı?” sorusu aynı şekliyle bizde de soruldu. Bu anlamda hem okur olarak, hem de ebeveyn olarak tamamen çocukların göz hizasından baktığını söyleyebilirim kitabın. Bu serinin diğer iki kitabı üzerine daha önce yazmıştım. Yinelemek durumundayım ki Madalyon Psikiyatri Merkezi’nce onaylanmış olması çocuk edebiyatında bu serinin nerede durduğunu sordurtuyor bana. Bununla birlikte çocuklar için bu seriyi hep destek ve yararlı olarak gördüm. Aynı konuyu Can Göknil de “Beni Annem Yavruladı” kitabıyla ele almıştı. 26 Kasım 2017 tarihinde yine bu köşeden o kitaba dair düşüncelerimi de paylaşmıştım. Elimdeki kitap ise, bu konuyu ele aldığını gördüğüm ikinci kitap oldu.

Şunu belirtmek gerekiyor ki; anne ve baba olmanın okulu yok. Siz ne kadar neyi araştırıp düşünseniz de elinizdeki çocuk size farklı verilerle gelebiliyor ve o anda ne yapacağınız konusunda tereddüt yaşamanıza sebep olabiliyor. Değişen ve dönüşen her şey; evinizdeki küçük kadın ve adamlarca emilip size aktarılıyor. İşte bu nedenle farklı verilerle size gelen çocuğa nasıl yaklaşacağınızı bilseniz bile hangi cümlelerle hareket edeceğinizi bilemeyebilirsiniz. Bu anlamda elimdeki seri size yardımcı olacak diye düşünüyorum. Seride; Teo’nun Kaka Kitabı, Tırnak Yeme Kitabı, Gece Korkusu Kitabı, Dalga Geçme Kitabı, Can Sıkıntısı Kitabı, Tablet Kitabı, Zorbalık Kitabı ve Kral Teo kitabı da var. Sanki güncel gelişmelere paralel çocukla ilgili olan herkese yardımcı olmak gibi bir niyet edinmiş yayınevi. Bence iyi de bir şey yapıyor. Kitaba veya seriye bakarken bu ön bilgi ile yola çıkmak sanırım yararlı olacaktır. Yoksa zaten okumaya geçen çocukların o döneme kadar kendisine okunan kitaplar eşliğinde (okul öncesi okumalarını büyük bir çoğunlukla tamamlamış oldukları üzerinden söylüyorum) yavaş yavaş kendi tercihlerini yapacak durumda olacaklar. Bir de unutulmaması gereken bir nokta ise çocuğun farklı yaşlarda farklı beklentilerinin olması. Örneğin bizdeki küçük cadı 5-6 yaş civarında sorgulamaya başladı bir bebeğin nasıl dünyaya geldiğini. Aslında iyice kulak kabarttığınızda çocuğunuz/öğrenciniz/yeğeniniz vb. size merak ettiklerini söylüyor. Galiba bizlere düşen de hem onların gelişimsel süreçlerini izlemek, hem de onlar için iyi bir dinleyici olmak. Aksi durumda etraflarında kendilerine sunulan, diğer ve çoğunlukla yanlış bilgilerle yol alıyorlar ve sonucu size de olumsuz dönebiliyor. Bu anlamda doğru bilgiyi, onların anlayacağı şekilde sunmak ve bunu yaparken de bu tarz yayınlardan faydalanmak sanırım büyük olarak bizleri de rahatlatacaktır. Unutmadan hayat uzun ve sürprizlerle dolu, elinizdeki genel alıcı olan ve tüm uyaranlara açık olan küçük bir çocuk ile sizin gündeminizde olmayan nice konu evinize ve sohbetinize dahil olabiliyor. Bu vesile ile sizler de hayatı ikinci kez ve en güzel yerinden tecrübe etme şansına kavuşabiliyorsunuz. Zorluklarını bilerek ama bu keyifli yanını da unutmadan çocukları sağlıkla, huzurla, güvenle, bilimin ışığında ve elbette evrensel ölçütlerde büyütmek/büyütebilmek dileğiyle.

Yazının Devamı

Komşu Teyze

Sıcacık bir hikaye elimdeki. Komşu teyzesini anlatan bir çocuğun hikayesi. Hayatta bunca kötülük olurken, hem çocuk edebiyatına sığınmak, hem de komşu teyzesi ile yaşadıklarını anlatan bir çocuğa kulak vermek galiba kendimize vereceğimiz en güzel hediye. Bir Pazar gününe de bundan iyisi gitmez zaten.

Heinz Janish’ın yazdığı ve Helga Bansch tarafından resimlenen kitap, Dürrin Tunç tarafından Türkçe’ye çevrilmiş. Kitabın basımını ise Yapı Kredi Yayınları üstlenmiş. Kapağından itibaren çizimlerini hayranlıkla takip edeceğiniz bir kitap Komşu Teyze. Bireyselleşmenin bunca büyük bir hızla arttığı ve insanların büyük binalarda yaşarken birbirinden bir haber olduğu çağımız insanına güzel bir anımsatma niteliğinde bir anlamda kitap. Komşuları ile ilgilenen ve onunla vakit geçiren çocuklu bir ailenin çocuğundan dinliyoruz Komşu Teyze’yi. Bize ona dair detayları verirken aslında eski zamanların o sıcak insan ilişkilerini de önümüze koyuyor. Özlemle ve güzellikle dolu geçen ve derdini, acısını paylaşan insanların sevinçlerinde de birarada olabildiği o güzel dönemlerden kalma bir hikaye sanki. İnsanların herhangi bir ayrıma gitmeden, sadece insan olma ortak paydasında buluşabildiği, o, belki de en güzel dönemlerden gelmiş gibi bu hikaye.

Komşu Teyze’nin herkese ve etrafındaki her şeye olan duyarlılığını en çok çocuk farkediyor aslında. Günlerce bir kuşun yuva yapmasını ve yavruların yumurtadan çıkmasını izleyen kadını izleyen çocuk aslında kayıt makinesi gibi. Çocuklar ve yaşlılar benzer özellikleri gösterir ve bu nedenle birbirlerine iyi gelirler ya; işte tam da ordan bir anlatım elimizdeki. Dolayısıyla sizi de sarıp sarmalıyor her sayfasında. Komşu teyze yaşlandığında onu ziyarete devam eden çocuk bu sefer ona geçmişte yaptıklarından bahsediyor. Beraber gülüp eğleniyorlar. Onların sevinçleri okur olarak bizleri de yakalıyor. Renkler, konu ve anlatım bakımından çocuğunuza okurken sizin de rahatlayacağınız; aynı zamanda basit ama güzel olanın farkına varacağınız bir kitap. Belki hepimizin, yaşanan her şeye rağmen; yeniden ve basit olandan başlayarak insani değerleri anımsamamız için bir fırsattır bu kitap. Yaşarken ve çocuk büyütürken en çok bu fırsatları görmek ve okumak belki geleceğimizde daha hassas, duyarlı, şefkatli ve vicdanlı insanlar yetişmesini sağlayabilir. Tavsiye ile…

Yazının Devamı

Penga ile Menga

Etrafınızda olup biten her şeyden bunaldıysanız ve azıcık sakinlik, huzur ve rasyonel akıl arıyorsanız sizi bu kitapla tanıştıralım. Tüm nefret söylemlerini kibarca yere bırakın, sonra da tüm farklılıklarına rağmen bir arada ve mutlu bir arkadaşlık kuran Penga ile Menga’nın duru bir dil ile anlatılan okul öncesine ait kitaptan kendinize pay çıkarın. Hani diyorlar da tüm renkler kirleniyordu ve öncülüğü beyaza verdiler. İşte tam o noktadan söz ediyorum; madem her şey fazlasıyla kirlendi, o zaman en basit dilden ve yeniden anlatmak lazım olması gerekenleri. İşte elimdeki kitap tam da bunu yapıyor. Karakter farklılıkları kadar, fiziksel olarak da farklı olan iki penguenin yaşamında bizler de aslında öteki olan nedir ve nasıl kurulur diye düşünebiliriz. Farklılıkların aslında zenginliğimiz olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlayabiliriz.

Yazar Vivet Pitelon Sparkes yazarken tüm bu yazdıklarımı niyetledi mi bilmiyorum elbette ama ben okurken içinde bulunduğumuz kaostan arındım azıcık. Dolayısıyla tüm farklılıklarına rağmen ilk bakışta hafif şaşkınlık yaşayan bu güzel çiftin hikayesini okumaktan keyif aldım. Elif Balta Parks’ın resimlediği kitap Kelime Yayınları’ndan çıkıyor.

Bir Pazar gününe, sakin, duru ve yalın bir anlatımla bu güzel penguenleri dahil edebilirsiniz. Çocuğunuza okurken onun arkadaşlarıyla ve sosyal çevresiyle kuracağı ilişkilere güzel ve sağlam bir temel atmış olacaksınız aynı zamanda. O temelde ayrımcılık karşıtı güçlü bir dostluk hikayesi eşlik edecek onlara ve farklılıkların zenginlik olduğu görüşü yer alacak. Yazdıklarımdan mesaj yönü güçlü bir kitap olduğu; daha doğrusu didaktik bir tavrı olduğu düşünülmesin yazarın. Tam aksine; o kendi yazma sürecinde sadece bir şeyi isteğince ve oldukça sade bir şekilde hikaye ediyor. Çok da güzel hikayelendiriyor anlatmak istediğini. Tam da çocukların göz hizasından. Sadece içindeki çocuğun varlığını unutan büyüklerin oluşturduğu tüm karmaşa ve hırçın söylemlerin karşısında ışıl ışıl parıldıyor. İşte bu nedenle üzerine yazarken keyif aldım ben de. Umalım da bunu dinleyen ve onlara okuyan büyükleri ikliminden yeteri kadar faydalanır kitabın. Tavsiye ile…

Yazının Devamı