Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Kütüphane Tavşanı

Beyaz Balina Yayınları tarafından basımı yapılan sevimli mi sevimli bir kitap var elimde. Her sayfadaki karakteri kucağıma alıp sevesim geldi. Biliyorum, klasik bir kitap tanıtım yazısı gibi başlamadım ama duygularım tamamen böyle ve onları da iletmek istedim. Yazar kadar çizer de oldukça iyi bir iş çıkarmış demek istiyorum aslında. Annie Silvestro tarafından yazılan ve Tatjana Mai-Wyss’nin resimleriyle buluşan kitabın çevirmeni Nurten Hatırnaz.

Kitaplara meraklı olan sevimli bir tavşanımız var baş karakter olarak. Havalar güzelken açık havada yapılan okumalara kulak kabartıyor keyifle ama havalar soğuyunca ve herkes kapalı mekanlara girince işler zorlaşıyor. Sevimli tavşanımız da kütüphaneyi çok merak ediyor ve oradaki kitapları ama onlara ulaşma konusunda endişeleri oluşuyor. Nihayet engelleri aşıp kütüphaneye varınca çok mutlu oluyor tavşan. Oradan kitap alıp alıp evine götürüyor ve keyifle kitapların dünyasında dolaşıyor. Onu gören arkadaşları da bu keyfin tadına varınca işler daha organize şekilde ilerliyor.

Her sayfada görseller ve metin ile bu güzel havaya dahil oluyorsunuz okur olarak. Her bir canlının heves ettiği alan farklı ve hepsi kendi ilgi alanına yönelik kitaplara gidiyor. Her şey gayet iyi giderken aniden kütüphane görevlisi geliyor yanlarına. Eyvah dediğinizi duyar gibiyim; hatta onlar da diyor ama korktukları gibi olmuyor. Görevli nazikçe hepsine bir kütüphane kartı veriyor ve genel kütüphane kurallarından bahsediyor. Sonra da onlara istedikleri kitapları ödünç olarak veriyor. Yüzlerdeki mutluluğu görmeniz lazım sahiden. Yazar ve çizer ilişkisi çok iyi ilerlediği için ayrı bir tad alıyorsunuz bu kitaptan. Son sayfalarda oluşturulan kitap kulübü de beni ayrıca mest etti. Bir sene önce bugün(18 Eylül 2021) ben de bir kitap kulübüne dahil olmuş ve ilk buluşmada yer almıştım. Nasıl güzel paylaşımlar yapıldı ve ne güzel güzel sohbetler edildi anlatamam. Kısacası kitap kulüplerinde bir kitap üzerinden kurulan incelikli sohbetlerin keyfine varan sadece biz değilmişiz dedim son sayfada. Tek bir farkla; kitaptaki canlılar hepsi aynı salondayken yüz yüze konuşuyorlar kitaplar hakkında ama biz hem pandemi, hem de ayrı illerde olmamız nedeniyle şimdilik ekran karşısında toplanıyoruz. Bu bile çok güzel diye ekliyor ve beraberce toplanacağımız zamanı iple çektiğimi kendi kulüp üyesi arkadaşlarıma iletiyorum buradan da. Kütüphanedeki Tavşan kitabı ile bitirecek olursam; her açıdan beğendiğimiz ve severek okuduğumuz bir kitap oldu maile.

Yazının Devamı

Minik Ayı Vadu Babam Beni Seviyor mu?

Galiba insan yaş aldıkça düşünceleri de değişime uğruyor. Elimdeki kitabı birkaç yıl önce okumuş olsaydım, farklı düşünebilirdim ama şimdi okuduğumda beni farklı sorulara sevk etti. Ayfer Gürdal Ünal hocam yazmış “Minik Ayı Vadu & Babam Beni Seviyor mu?” kitabını. Can Çocuk Yayınları tarafından da basılmış. Resimleyeni ise Gözde Bitir. Sonda yazacağımı baştan söyleyeyim resimleri çok sevdim. Bu çizimleri farklı yazarlara ait kitaplardan da tanıyorum diye düşünürken aynı anda elimdeki iki kitabın da aynı çizer tarafından resimlendiğini fark ettim.

Küçük bir ayı yavrusu annesiyle her akşam uyumadan önce yatakta sohbet ediyor. Bu sefer konusu; babasının ona olan sevgisi. Çok tanıdık sorular ve endişeler var yavru ayıda. Arkadaşı tavşan yavrusu ve babasının sevgilerini gösterme şekli üzerinden kendi babasının kendisine olan sevgisini sorguluyor. Etrafında çocuk olanlar için yakın sahneler ve durumlar bunlar. Yazarımız Ayfer hoca da duruma açıklık getirmek için anne ayı üzerinden sevginin farklı şekillerde gösterilebileceğini anlatıyor. Güzel ve yerinde bir konu aslında. Çünkü tek tip üzerinden duyguların aktarımını öğrenen çocuklar ilerleyen dönemlerde de bunu sürdürdüklerinde sorunlar yaşayabiliyorlar. Dolayısıyla duyguların farklı şekillerde aktarılabileceği ve gösterilebileceği konusunda oldukça keyifli bir okuma bekliyor okuru. Ben sadece okurken yavru ayının anneye açılmama ihtimali veya böylesi bir diyalog yokluğunda yaşanacakları düşündüm. Bununla beraber küçük çocukların özellikle okul öncesi dönemde ebeveynleri tarafından sarılıp sevilmelerinin nasıl güven verdiğine dair da çokça yazı var. Dolayısıyla baba ayı, Vadu’ya olan sevgisini onu korumak, cesaretlendirmek, teşvik etmek ve onunla oynamakla gösteriyor ama sanki Vadu’nun kafa karışıklığı da anlaşılır gibi. Yukarıda da belirttiğim gibi yaşla beraber bu fikrim de değişime uğramış olabilir. O nedenle bazen çocuğun duygusuna yönelik adımlarım atılmasını da kıymetli buluyorum. Bununla beraber 80’ler dönemi çocukluk geçirmiş birisi olarak bizim kuşağın da alışkın olduğu bir tavır baba ayının tavrı. Yani belki de kuşak farkıdır sevginin ifade edilme şeklinin babalar için de değişime uğrama şekline dair içimde uyanan istek. Kültürel kodlarımız baskın ve çoğu şey yüzyıllar içinde değişiyor; bunun farkındayım. Daha da ötesi bazı toplumlarda çocuğun büyükler yanında sevilmesinin de garip karşılandığı dönemleri biliyorum. Belki anlayabilirim de ama yine de küçücük bir çocuğun sevgiye doymasında olumlu şeylerden başka şeyler göremiyorum. Bu bazen baba ayınınki gibi olabilir ama bazen de baba tavşanınki gibi. Belki bunu biraz da çocuğun beklentileri belirleyebilir. Kitapta anne ayı sayesinde baba ayının sevgisi görünür hale getiriliyor davranışları üzerinden. Dolayısıyla bu güzel evet ama diye aklıma takılanlar eşlik etti bana okur olarak.

Daha geçen gün Çilem Doğan’ın bir röportajını dinledim ve orada babası ile arasının bozuk olduğu bir dönemde karşısına çıkan erkekte babasından mahrum kaldığı sevgisinden bahsediyordu. Babasına dönüp “Senin birisini buldum” demesi üzerine babasındaki şaşkınlığı anlattığı kısım da çok dikkat çekiciydi. İçim sızladı doğrusu. Çünkü sonrasında yaşadıkları, hatırlanacağı üzre, tüm aile ve gençlere ders niteliğindeydi. Şimdi elimdeki kitabı okuduğuma memnunum ama yine de babaların da çocuklarıyla olan duygusal temaslarında klasik rolleri bırakabileceğini düşünüyorum. Bunu yine bizim kuşak insanları kendi dönem filmlerinde sıkça görür ama örneğin bizim çocukların bunu anlayacağından çok emin değilim. Annenin her durumda katalizör gibi devreye girip babayı duygusal anlamda açıklama zorunluluğu da bizim döneme has bir şeydi sanırım. Şimdilerde olumlu örneklerle karşılaşıyoruz ve bu örneklerde babaların çocuklarıyla diyalogları üçüncü kişiye gerek bırakmayacak denli yakın. Belki onların da kendi duygularından daha fazla beslenmelerine ve daha naifçe bakmalarını sağlıyordur hayata. Okuduğuma ve sonrasında bu düşünceleri yazmama vesile olduğu için teşekkür ediyorum Ayfer hocama. Gözde Bitir’in çizimleriyle daha da keyifli bir hal aldı okuma süreci. Galiba aynı zamanda sesli düşünmemi de sağladı, bilemiyorum. Yine de tüm soru işaretlerimle konuyu ele almak istedim.

Yazının Devamı

Yoğun Bir Yıl

Leo Lionni, sahiden harika bir yazar ve çizer. Okuduğum kitaplarına hep hayranlık duydum, en çok da Frederick’e. Şimdi elimde Yoğun Bir Yıl kitabı var ve bu da çok hoş bir kitap. Elma Yayınevi tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni Kemal Atakay. Winnie ve Willie adındaki ikiz farelerin peşinden ormandaki Woody adında ağaçla sohbete giriyoruz bu kitapla.

McBarney Çiftliği’nde yaşayan ikizler birçok hayvanla olan güzel yaşamlarını anlatıyor ağaca ve sonra ağacı dinliyorlar. Okur olarak biz de bu keyifli dostluğu izliyoruz her sayfada. Her mevsim doğanın dönüşümü ve ağacın o döngüdeki hali ile ikizler kadar bizler de meraklı bir yolculuğa çıkmış gibi oluyoruz. Sararan yapraklar, tomurcuklar ve meyve veren ağacın yaz aylarında yangınlardan korkması tam da bam telime dokunuyor. Malum, bu yazı oldukça kötü geçiren bir coğrafyadayız. Pek çok yangın çıktı ve büyük zararlar oluştu. Bu kitaptaki Woody adlı ağacın: “… insanlar sigara ve kamp ateşleri konusunda dikkatsiz davranıyorlar, birçok ağaç yanıp yok oluyor. Koşmak elimden gelmiyor ki” sözleri sanki yanan ormanlarımızdaki ağaçların sesi gibi. Çok etkileyiciydi bu bölüm ve ağacın korktuğu başına geliyor ama ikiz fareler hemen yardıma koştuğu için ağaç yanmaktan kurtuluyor. İçimden Woody’nin kaderi ve ona uzanan yardım eli tüm ormanlara, canlılara ve ağaçlara ulaşsın diye geçiyor.

İkizler tatile giderken uyuyan ağacı rahatsız etmemek için ona not bırakıyorlar. Her sayfası ayrı güzel ve özel bir kitap bu. Kışa girdiklerinde tüm yapraklarını dökmüş ve soğukta kalan Woody için endişelenen ikizleri yine Woody sakinleştiriyor. Baharda yeniden tomurcuklanıp, çiçek vereceğini söyleyerek hem ikizleri, hem de okur olarak beni rahatlatıyor. Nihayetinde umutsuz yaşayamıyoruz ve ona ihtiyacımız var. Her karanlığın ardında ışığın olacağını düşünmeden yaşayamayız ki…

Yazının Devamı

Gizemli Kütüphaneci

Dominique Demers’ın evde Yeni Futbol Antrenörü adlı kitabı da var ama ben henüz okumadım. Bizim Küçük Cadı onu okumuş ve bugünkü yazıya konu olan Gizemli Kütüphaneci’yi görünce hemen almak istedi. Aldığı günde de merakla çevirdi sayfaları. Ondaki merak beni de tetikledi. Can Çocuk Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın resimleyeni Tony Ross. Türkçe’ye Tuğçe Özdeniz tarafından çevrilen kitabı ben de başladığım gibi bitirdim. Çok da sevdim. İçinde olduğumuz olumsuz günlerde ilaç gibi geldi desem abartmış olmam. Bayan Charlotte karakteri zaten kapaktan yakaladı beni ama her sayfada ayrıca hayranlık duydum kendisine.

Bir seriye ait olan kitap ve ana karakteri hayatımızda hep olmasını istediğimiz kişilerden. Bununla beraber kitapta yer alan diğerleri de maalesef oldukça tanıdık ve onlar azımsanmayacak kadar çoklar. Mesela okul müdürü olarak görev yapan ama aslında çocukların kitap okuma sevgisi için hiçbir çaba sarfetmeyen kişi. Bununla kalsa iyi, bu amaçla çalışan Bayan Charlotte’yi de engellemeye çabalıyor. Ama ana karakterimiz kapaktaki resimden de anlaşılacağı üzre asla pes etmeyecek kişilerden. Ayrıca klasik ön yargıları da yerle bir etme konusunda çok ustalıklı. Çocukların önyargıları dahil buna. Okumaya direnç gösteren çocukları bile birkaç değişik adımla okumaya alıştırıyor. Kütüphaneci olarak başladığı okuldaki kitapları önce kendisi okuyor ve buna göre işine karar veriyor. Harika bir ayrıntı bence. Elbette her kütüphanecinin yapabileceği bir şey değil ama ne yalan söyleyeyim kitapçıya girdiğimde sorduğum bir kitabı bilen veya üzerine sohbet kurabilen insanları özlüyorum. Geçen gün kitap kulübü üyelerimizden Sıla Bilgin ile konuşurken de aynı şeyi dillendirdik. 6 katlı bir mekanda sorduğunuz tek kitap için fikir veremeyecek insanlar var. Buna da kitapçı yerine kırtasiyeci demek düştü ikimizin de aklına. Bu konuda yalnız olmadığımızı bilmek de güzel. Bunu da ayrıca belirtmiş olayım. Sevgili yazarımız da bize farklı bir coğrafyadan ama aynı duygudan seslendiriyor. Zaten kendisi de çocuk edebiyatı üzerine yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamış. Bence aldığı eğitimi kitabın her sayfasına sindirebilmiş kişilerden. Keyifle, heyecanla, merakla okudum her sayfayı.

Bayan Charlotte büyüklerin dünyasından sıyrılıp çocuklara ulaşabilen kişilerden. Zaten bu yüzden benden önce yanımdaki küçük okuru çekiyor. Onun dilini biliyor çünkü. Ayrıca benim gibi çocuk edebiyatından büyük keyif alanları da yakalıyor elbette yazar. Ana karakter o okulda ve o çocuk grubunda kendince görevini yerine getirdiğine inandığı zaman ayrılıyor ordan. Bakalım bir sonraki durağı neresi olacak. Bu arada eve gider gitmez Yeni Futbol Antrenörü’nü de okuyacağım. Sade ve akıcı dili ile merakı canlı tutan her ayrıntısı için şimdiden sabırsızlanıyorum. Kitabı bitirdiğimde aklımdan çok şey geçti. Mesela sahiden çocuklara bu yazarın sunduğu ana karakter gibi yaklaşabilseydik dedim kendi kendime. Acaba o zaman bunca kötülük azalmaz mıydı dünyamızdan? Her yanımız yanıyor ama bir taraftan da cehalet ve ırkçılık da aldı başını gidiyor. Ne dersiniz sahiden suçun çoğu biz büyüklerde değil mi? Okumaya, okuduklarımızı içselleştirmeye ve evrensel değerlerde birleşmeye devam etmek bildiğim en iyi yol. Böylece hem kendimizle, hem de doğa ile bütünleşebiliriz. Aksinde mutsuz olduğumuz ve zarar verdiğimiz ortada zaten. Bayan Charlotte’nin maceraları ve öğretisi sarsın tüm yetişkinleri o zaman.

Yazının Devamı

Miguel

İletişim Yayınları tarafından basımı yapılan Miguel kitabını yine aynı yayınevi çalışanlarından Dilek Büyük aracılığıyla duydum. Dilek hanım, Sanat Kritik sayfasında bu kitapla ilgili bir yazı kaleme almıştı. Ben de kitabı aklıma aldım ve yazıyı okumayı sonraya bıraktım. Böylece mesafemi koruyarak okudum kitabı ve sonrasında da Dilek hanımın yazısını okudum. Benzer yerlerden sevmişiz kitabı, öncelikle bunu belirtmek isterim. Yazıyı da ayrıca okumanızı tavsiye ederim, ayrı ve güzel bir tad bırakıyor insanda.

Alfredo Gõmez Cerdā tarafından yazılan ve Javier Zabala tarafından resimlenen kitap sahiden etkileyici ve tam da Dilek hanımın belirttiği gibi her yaştan okura sesleniyor. Yazarken farkettim ki benzer açılardan bir kitaba bakmak ne güzel şeymiş, sanki arada paslaşıyorum Dilek hanımla. Neyse kitaba dönecek olursam; farklı sosyal ve ekonomik yapıdan kişileri izlemek ve onlarla empati kurmak için iyi bir edebi dil var karşımızda. Bazı noktalarda biraz duraladım ama her okurda ayrı bir duygu bırakacağını düşünüyorum. Ailenin tek çocuğu olan Miguel bir alışveriş esnasında anne ve babasını kaybediyor ve olanlar bundan sonra oluyor. Çöp bidonunda bir şeyler karıştıran ve kir pas içindeki yaşlı adama denk geliyor kahramanımız. Onunla olan ve o ana kadar deneyimlemediği bir diyalog sonrasında Miguel şaşkınlıkla beraber adamın cazibesine de kapılıyor. Evsiz barksız olduğu belli olan adam önceleri nasıl marketlerden yiyecek çaldığını anlatıyor ve sonrasında kitapları çalmaya başladığını söylüyor. Miguel’in o yaşa kadar öğrendiklerinin tersine bir yaşam başlıyor bundan sonra. Yaşlı adam Walt Whitman’ın bir şiirinden bahsediyor çocuğa ve bu dizeler büyülü bir etki ile Miguel’in hayatını değiştiriyor. Dizeler şöyle;

“Her gün dışarı çıkan bir çocuk vardı

Yazının Devamı

Ben yanılabilirim

İlk okumada bocaladığım ve acaba didaktik bir yanı mı beni duralattı dediğim bir kitap oldu “Ben yanılabilirim” kitabı. Bununla birlikte kafamı kurcalayan şeyler bıraktı elbette ve özellikle büyüklerin okuması için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bazı kavramlar nasıl da uzak bizlerden ve günümüz insanlarının bir kısmından. Çocuk edebiyatından bir kitap karşımda ama temel bazı felsefi kavramları etrafımızdaki nice insan bilmiyor ve hayatına almıyor. Hal böyle olunca içinden çıkılmaz bir sürü şeyle karşı karşıya kalan ve aslında bunun yarattığı sorunlarla boğuşan bir toplum haline geliyoruz. Anooshirvan Miandji tam da bu düşüncelerde bırakmasıyla bile bence oldukça kıymetli bir çabanın içinde. O kadar basit şeyler soruyor ki hem kitabın kahramanına, hem de okur olarak bizlere. Bilmediğin bir kelime duyunca ne yaparsın mesela? Düşünce nedir? Sonra yine kahramanın elindeki kitap aracılığıyla yanıtlar arıyorlar sorulara. Mesela bilmediğimiz şeylerde ne yaparız? Araştırır, o kelimeyi veya konuyu öğrenir, sonra da doğruyu arama telaşımızı yaşam şeklimize alır mıyız acaba? Ah ah keşke bunu içselleştirebilsek dedim kitabı bitirince. Bilgi Çocuk Kitaplığı tarafından basımı yapılan kitabın resimleyeni Efecan Sezer.

Basit felsefi kavramlardan yola çıkıyor yazar ama ben sanki okurken başka başka diyarlarda geziyorum. Tehlikeli olan ve aynı zamanda kolay olan yalana inanmak var bir tarafta ve diğer tarafta tam da bunun aksinin peşinde bir kitap. Düşün diyor, düşünme nedir diyor, yeni kelimeler öğren diyor ve yeni kelimeler öğrendikçe bilgin artar diyor. Sonra bilgisizlikten hata yapma payın artar diyor. Nasıl önemli bir nokta. Bilmediğin ve daha da önemlisi bunun farkına varamadığında hata yapman kaçınılmaz. Hata yapmak kötü değil elbette ama farkına varamıyorsak insan olarak, o zaman hem kendimize, hem de çevremize zarar verebiliriz. Mesela yalana kolay inanırız, araştırıp doğruyu bulmak zor geleceği için. Bunu gündelik hayatta çok görüyor ve deneyimliyoruz. Sürü psikolojisi gelişir mesela kolayca ve bununla beraber toplum olarak ciddi ve zararlı sonuçları olan olayların içine düşeriz. Düşmedik mi mesela? İnsanlık tarihine kara leke olarak bırakılan nasıl olaylar var. Oysa düşünen, araştıran ve daha küçücük çocukken içindeki merak duygusu gıdıklanan çocuklar kolay kolay yalana kanmaz. Hata yapar ama hatasını farkında varıp kısa sürede telafiye gider. Hatasının farkına vardığı için de gereken dersi alır. Ama merak duygusu köreltilenler için ve onların çoğunlukta olduğu toplumlar için durum sahiden zor ve kritik.

“Ben yanılabilirim” kitabını bitirdim ama bendeki sorular artarak devam ediyor içimde. Yazdıkça da durulmuyor üstelik. Galiba felsefe dersleri okulöncesinden itibaren hayatımızda olmalı. Öyle seçmeli ders gibi filan da değil. Alanında uzman kişilerce ve nitelikli bir içerikle sunulmalı bazı temel kavramlar çocuklara. Çocuklarla beraber yol alınmalı hayatta aslında. Hani diyoruz ya eleştirel düşünme becerisi, karşılaştırmalı okuma gibi şeyler; işte bunlar daha erken yaşlarda edinmemiz gerekenlerden. Yoksa sosyal medyadaki bir yalana bile çok kolayca takılıp gidiyor insanlar. Hayatın kendisi aslında felsefe ama maalesef gereken önemi veremiyoruz, vermiyoruz. Müfredetta nerede mesela felsefe eğitimi, eleştirel düşünme dersleri, medya okur yazarlığı ve buna benzer şeyler? Ayrıca bu alanda yapılan çalışmalarda kimler yer alıyor, alan mezunları, bu alanda çalışmaları olanlar mı oralarda yoksa bazı kavramlar popüler oldukça bir iki sertifika ile bu alanlar dolduruluyor mu? Bazı özel okullarda bu kavramları duyuyoruz ama içerikte nasıllar mesela? Sevgili Anooshirvan Miandji siz yazarken benim aklıma bunları getireceğinizi düşünmüş müydünüz mesela? Daha bir sürü şey daha dönüyor zihnimde. Sadece kafamı karıştırması bile güzel. Bir kitabın beni düşüncelerimle baş başa bırakmasından daha önemli bir şey olabilir mi? Yalnız yine altını çizerek belirtmek istiyorum, lütfen anne ve babalar, eğitimciler ve aslında hayata karşı merakı olan herkes öncelikle kendisi için okusun kitabı, biz bir şeyleri içselleştirirsek, sanki bizden daha rahat süzülür yanımızdaki minik okurlara.

Yazının Devamı

Çınar’ın Festival Günlüğü

Hazal Uzuner’in kaleminden çıkan “Çınar’ın Festival Günlüğü” alıp diyar diyar gezdiriyor okuru. Hem de öyle böyle değil, festivale doyuyorsunuz sadece resimlere bakarken bile. Dolayısıyla yazar kadar çizerin de, Özlem Isıyel Yalçınkaya oluyor kendileri, hakkını vermek lazım; oldukça iyi olmuş çizimler. Öyle ki yanımızdaki en küçük dinleyici 2,5 yaşında olmasına rağmen kitabı sonuna kadar dinledi ve izledi sayfaları. Dinozor Çocuk’tan çıkan kitap bizi maaile sardı yani.

Çınar, babası ve annesi ile birlikte Hıdırellez şenliklerine katılıyor ve orada gördükleri ile şaşkına dönüyor. İtiraf edeyim bizdeki Küçük Cadı da hem heyecanlandı, hem de “Ateşten atlamak tehlikeli değil mi anne? Buna nasıl izin veriliyor ki?” dedi. Sonra ona çocukken bizim de mahallemizde bu şenliklerin yapıldığını ve küçük de olsa bir ateş yakılıp üzerinden atladığımızı anlattım. Gözlerindeki şaşkınlık kadar merak da arttı bundan sonra. Çınar, hem kültürel belleğimizde olanları çağırdı bize, hem de farklı kültürlere okur olarak seyahat etmemize olanak tanıdı. Kaptan olan babası ile gemiye atlayıp birçok ülke ve festival geziyor kitap kahramanı. Onunla beraber okur ve dinleyiciler olarak bizler de. Meksika’daki Ölüler Günü Festivali, Hindistan’daki Holi Festivali, Japonya’daki Kiraz Çiçeği Festivali, Rusya’daki Kış Festivali sahiden görülesi yerlermiş dedik kitabı bitirince. Ben eskiden beri Japonya’daki Kiraz Çiçeği Festivali’ni merak ediyorum ve umarım bir gün katılabilirim bu güzel festivale. Küçük Cadı Holi Festivali’ni ve Kış Festivali’ni merak etti ve eşim de Ölüler Günü Festivali’ni. Sonra hepsine katılmayı daha doğru bulduk. Bize hayal bıraktı yani yazar ve çizer. Sadece bu yanıyla bile yanımıza bir artı bıraktılar farkında olmadan.

Farklı coğrafyalar, farklı kültürler ve inanışlar insanı zenginleştirir. Kendi sınırlı dünyamızdan çıkmamızı sağlar. Çocuklar için de özellikle gerekli olduğunu düşünüyorum bunun. Elbette seyahat etmek hepimiz için sınırlılıkları olan bir şey. Bunun farklı gerekçeleri, maddi ve manevi yükü var. Ama okuyarak, izleyerek ve olabildiğince hareket haline olarak bunu yaşamak güzel. Bu bence tek tipleşmenin de önüne geçmek için fırsat. Dünyanın sadece bizden ve yaşadığımız kültürden ibaret olmadığını göstermesi anlamında kıymetli buldum kitabı. Yine yanınızdaki minik okur ve dinleyicilerle size bu konularda konuşmak için sohbet imkanı sunması da güzel. Meksika’daki Ölüler Günü Festivali’ni acaba okurken tedirginlik oluşturur mu diye geçti bir an aklımdan ama sonra okuyunca anladım ki, bu yine biz ebeveynlerin önyargıları. Kendi değer dünyamızdan bakıyoruz hayata ve çocukları da bazen kendimiz gibi düşünüyoruz. Oysa ki bizim verdiğimiz tepkilerle şekilleniyor onların kavramlara yaklaşımı. Kendi sınırlı tecrübe ve kültürel belleğimizden arınmak ve dünyaya farklı kültür ve değer yargılarından bakmak anlamında da bir şans tanıyor bu yönüyle Çınar’ın Festival Günlüğü. Emeği geçenleri kutluyorum sahiden.

Yazının Devamı

Elmalı Davası ve Adalet Duygumuz

Dünden beri hemen herkesin dilinde Elmalı Davası var. Tüylerimizi diken diken eden bir olay ve karar ile karşı karşıyayız. Nasıl tepki vereceğimizi bilemediğimizden çocuklar için olumsuz paylaşımlar da yapabiliyoruz. Hepimizin aklının, sırrının ermediği bir sorun ile karşı karşıyayız. Ama bu sorun yeni değil. Maalesef son da olmayacak. Hatırlayanlarınız olacaktır; N.Ç. Davası vardı yıllar önce. Bir köy dolusu insan 13 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda bulunmuştu da kimsenin sesi çıkmamıştı. En çok zoruma giden ve bendeki adalet duygusunu yerle bir eden cümle ise mahkemede kendisine “Rızası vardı” denilmesiydi. Rıza kelimesinin aslı boyun eğmeyi barındırıyor zaten ve 13 yaşındaki çocukta rıza aramak da neyin nesiydi? Hukukçu değilim ama bildiğim tek doğru adaletin çocuklardan yana olması gerektiği. Onda da adaleti sağlayamayacaksak ne olacak ki halimiz? Başta da belirttiğim gibi bu dava bende ciddi bir kırılmadır. Eminim, benim gibi pek çok kişide de aynıdır.

N.Ç. ile bitmedi elbette ve artarak devam etti çocuk istismarı. Öyle ki hepimizin kanı dondu yaşananları dinlerken. İnsan olarak nefes alamaz hale geldiğimiz olaylara tanık olduk. Ensest kavramını konuşur olduk ve bu zaten aslında eskiden beri vardı. Sonra güven duygumuz zedelendi en çok da. İnsan olarak insanlığa inancımız zayıfladı. Sadece çocuklar değil 90 küsur yaşındaki kadın da evinde tecavüze uğradı mesela, ya da hayvanlar da buna maruz kaldılar. Kısacası her tarafından şiddet akan olayları duyarak yaşar olduk. Bu şiddetin en ağır halini de çocuklar yaşadı ve maalesef yaşamaya devam ediyor. Saadet Öğretmen olayı vardı bir de epeyce aklımızı meşgul eden. Bir okuldaki çocukların yaşadıklarını büyük bir mücadele ile dillendirdi, haykırdı. Sonunda da o hastalıklı insanın ceza almasını sağladı. Bireysel çok fazla örnek var ve Saadet Öğretmen de bu mücadeleye Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği ile devam ediyor. Sadece o değil, çok sayıda insan bu durumdaki çocuklar için uğraşıyor. Onlardan birisi olan Dr. Ezgi Yaman da mesela, Çocuğun Cinsel ve Ticari Sömürüsü ile Mücadele Ağı’nın bir üyesi ve kendisiyle hem zoom üzerinden, hem de çalıştığım kurum olan Kocaeli Üniversitesi Radyosu Radyo Ki’de söyleşi yaptım. İlk kez bir yayın esnasında ağladım. Sadece o da değil, yine kurum çalışanlarımızdan Prof. Dr. Başar Çolak hoca da adli tıpçı ve o da bu konu ile ilgili bilgilerini paylaştı yine radyoda bizlerle. Kısacası sorun bugünlük veya münferit değil. İşte tam da bu nedenle hepimiz için kanayan bir yara, hem de açık bir yara.

Gelelim bu kanayan yaranın nasıl kapanacağına, ya da kapanması için neler yapılabileceğine. Öncelikle bir anne, kız çocuğu, eş ve her şeyden önce insan olarak çocuklarla ilgili yaşananların ruhuma zarar verdiğini belirtmek zorundayım. Bu ülkedeki rasyonel akıldaki ve vicdan sahibi herkes için de aynıdır eminim. Bununla birlikte daha tehlikeli olan ise adaletin bu davalarda çocuklardan en büyük yarar doğrultusunda karar vermediği durumlarda güven ve adalet duygumuzun zedelenmesi. Bu daha ağır bir toplumsal sorun. Pandemi döneminde herkes zorluk yaşadı ama Prof. Dr. Ayşen Coşkun(Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı bölümü öğretim üyesi) hocanın bir söyleşisinde bas bas bağırarak öğretmenlere, çocuklara ulaşma yollarını genişletmesini istediği hatırlıyorum. Ensest durumlarında evden çıkamayan ve destek alamayan bu çocukları düşününce hocanın haklı söylemleri ve uyarılarına bir kez daha vurgu yapmak istedim. Kısacası sadece adalet değil, tüm bakanlıkların bu konuyu ana gündem maddelerine almaları ve bu yönde sağlam çalışmalar içinde olmaları gerekiyor. Dün hepimizi sarsan olayda anne madde bağımlısı mı, akıl sağlığı yerinde mi değil mi, sapkın mı yoksa başka bir şey mi bilmiyorum. Bir insanın dünyada en fazla güveneceği kişilerden zarar görmesi, onu hayatı boyunca izleyecek sorunları getiriyor. O çocuklarda kaybolan güven duygusu gibi bence toplum olarak bizler de aynı zararı alıyoruz. Sosyal medya kullanıcısı olarak dünden beri yapılan yorumlara bakıyorum ve gidişatın gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Mesele tepki verip vermemek değil, insanların adalete olan güvenleri zarar görünce onlar da bu çocuklar gibi yaralarıyla yol alıyorlar yaşamda. Bir anne olarak, bir kız çocuğu ve bir insan olarak Adalet Bakanlığı’ndan çocuklarla ilgili tüm davalarda çocuk yararına en yüksek kararın çıkmasını talep ediyorum. Aksi türlüsünde yaşamak hepimize sahiden zor. Bireysel davalar da çok ama çok önemli, ama daha önemlisi bu davalarda kimin ne şekilde ceza aldığı ve yaranın nasıl sarılmaya çalışıldığı. Bu noktada sadece bakanlıklar değil, toplum olarak hangi partiye oy verirsek verelim, veya oy vermesek de bir şekilde temsil edildiğimiz tüm kademelerdeki kişilerin, millet vekillerinin de bu konuyla ilgili çalışma içine girmelerini; rahat nefes almamız, adalete güven duyabilmemiz, yaşadığımız ülkede korkmadan çocuk büyütebilmemiz için talep ediyorum. Üzerinde düşünülmesi gereken çok fazla şey var ve öncelikle toplum yararı için adım atılmalı.

Yazının Devamı

Yattığın yer incitmesin Ceren…

Bazı insanlar ve aileleri özeldir, güzeldir ve varlıkları ile hayata anlam katarlar. Onlardan birisi olan Murat Özveri için yazmak istiyorum şimdi. Hayatındaki baş etmeye çalıştığı mücadelesi kadar, hayat mücadelesi verenlerin daima yanında olan bir isimdir Murat Özveri. Avukatlığı ise sadece hukuka olan inancı ile hepimize örnek oluşturur. Ekmek kavgasında hep ezilenden yana tavır alır ve bunu dahil olduğu davalardan bilmeyen yoktur. Dost elidir tüm işçilere. En son kaleme aldığı yazısı çocuk işçiliği üzerine mesela. Bu bile çok şey anlatıyor aslında. İlde tanımaktan onur duyduğum hocamın bugün büyük bir acısı var. İkiz kızlarından Ceren Özveri bugün aramızdan ayrılmış. Uzun ve çetrefilli bir yol izlediler ama her zaman yaşamdan yana oldular. Ailecek tek yürek oldular, umut oldular onarı tanıyan herkese. Sadece uzaktan tanık olmakla bile umutlarına ortak olduk. Örneğin biz kızımla hıdırellezde onlar adına dileklerde bulunup gül ağaçlarına astık o umuda bir damla eklemek için. Elimizden geleni buydu sadece. Sonra bir gün, resimlerini gördüm sosyal medyada ve hepsinin gözleri ışıl ışıldı. Dayanamadım telefonumu elime alıp mesajla “Hocam yüzünüzdeki gülümseme daim olsun, buradan da yazmak istedim” dedim. Kısacası mutlu olmalarından kendime mutluluk devşirdiğim insanlardır ve ben tanımadan Ceren’i çok sevdim. Onu ve güzel ailesini. Bugün kalbim onlarla. Acılarını içimde hissediyorum ve yine yazmak istedim. Hayatın en zorlu yanları ve işte kelimelerimizin anlamsızlaştığı anlar. Yine de sevgili Murat hocam ve ailesi; sizlerin Ceren için istediğiniz ne ise “Işıklarda uyuması veya cennette olması” o olsun. Yaşama sarılma haliyle uzaktan ve hiç tanımadan da olsa bana ve eminim pek çok kişiye örnek oldu. Yattığı yer incitmesin…

Yazının Devamı

Nehir Gibi Konuşurum

Birkaç kez okuduğum kitabı sanırım ara ara yine okuyabilirim. Bazen okurken çizimleri kaçırıyorum ve sadece resimlerine bakmak için yine kitabı elime alıyorum. Nehir Gibi Konuşurum da bunlardan biri. Kırmızı Kedi Çocuk tarafından basımı yapılan ve Kanalı şair Jordan Scott’un kendi kekemelik sürecinden yola çıkarak kaleme aldığı kitabın çizeri Sydney Smith. Türkçe’ye Gonca Özmen tarafından çevriliyor kitap ve okuması kadar izlemesi de keyifli bir hal alıyor okur olarak bende.

Öncelikle çocuk için nerede duracak bilemiyorum; muhtemelen rahatlamasını ve böylesi bir sorun yaşıyorsa yalnız olmadığını hissetmesi anlamında iyi bir örnek olur. Ancak bunlar varsayım elbette. Bununla beraber kekeme olmayan minik okurlardan biri de bizim evde ve onunla da okuduk kitabı. Daha doğrusu o okudu, ben dinledim bu sefer. O da sevdi kitabı ve hikayesi hoşuna gitti. Ben yine de çoğunlukla yetişkin okurlar için çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Aynı, Peter H Reynolds’ın kaleme aldığı Nokta kitabındaki gibi bir etki bıraktı bende. Yani konuyu yetişkin okurun görmesinin, etrafındaki çocuklar için daha iyi olacağını düşündüğüm kitaplardan. Çünkü bazen çözümü olan ve aslında basit bir çözümü olan konularda iyi bir rehberliği yerine getiremeyen büyükler oluyor. Hal böyle olunca da sorunla uğraşan çocuklar için her şey daha da karmaşıklaşabiliyor. Tam da bu nedenle elimdeki kitabı tüm yetişkinlerin ve özellikle çocuklarla ilgili olanların okumasını isterim. Bakış açısının değişmesiyle hayatı ve yaşadığı zorluğun kolaylaştığı bir çocuk var çünkü karşımızda ve bunu babası sayesinde yapabiliyor. Daha doğrusu onun rehberliği ve yol göstericiliği ile. Küçük ama önemli bir dokunuşta bulunuyor baba.

Çocuk her sabah kelimelerin kendisini çevrelediği ve daralttığı şekliyle başlıyor güne ve bu onun için oldukça zorlayıcı oluyor. Okurken konuşmanın bazılarımız için nasıl da zor olabileceğini görüyoruz. Çocuk da ağzından çıkamayan kelimeler yerine sessiz kalmayı tercih ediyor. Bazılarına oldukça kolay gelen şey, bu çocuğun tam bir mücadele alanı haline dönüyor. Okulda da yeterince iyi bir destekle karşılaşmıyor ve orası da çocuk için üzücü bir yer haline geliyor. Konuşmak zorunda olmak onu yıprattığından sınıfın arka kısmında oturuyor ve görünmez olmak için gereken her şeyi deniyor aslında. Yine de bir çeşit öteki olmaktan kurtulamıyor; çünkü etrafındakilerden yaşadığı sorun nedeniyle ayrışıyor ve onların gülmeleri, dalga geçmeleri ile de baş edemiyor. Neyse ki onu anlayan bir babası var ve bu, yaşadığı soruna başka bir tarafından bakmasını sağlıyor. Şair bir yazarın kaleminden çıkınca kitap bir yandan şiirsel bir tad alıyorsunuz, bir yandan da sözcüklerin derinliğiyle baş başa kalıyorsunuz okur olarak. İşte tam bu nedenle okul öncesinde ne kadar anlaşılacağı konusunda endişe duyabilirim. Yine de konusu itibariyle, çizimleri ve şiirsel diliyle ebeveyn rehberliğinde okunduğunda farklılıkları görmek anlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Benzetmeler, betimlemeler, kullanılan dil ve çizimler yetişkin okur olarak bende çok ayrı bir tad bıraktı. Resim çizme konusunda küçük bir noktadan yola çıkarak çocuğu cesaretlendiren Peter H. Reynolds gibi konuşması konusundaki desteği ve olaya farklı tarafından bakmayı sağlayarak aynı cesareti çocuğa veren Jordan Scott da taraflarını çocuktan yana koyanlardan. İşte galiba en çok da biz büyüklerin o tarafı seçme ve elimizdeki kitap sayesinde o tarafı daha iyi anlama niyetiyle altını çiziyorum yetişkin okurun okumasının iyi olacağına dair düşüncemi.

Yazının Devamı

Fare İle Dağ

Bazı kitapları kendi merakım nedeniyle alıp getiriyorum eve. Virginia Woolf’un çocuklar için yazdıkları gibi mesela. Fare İle Dağ kitabı da böyle. Aslında bakılırsa şaşırdım da; çünkü Antonio Gramsci’yi ve metinlerinin bir kısmını okumuş birisi olarak onun çocuklar için yazdığını hiç hayal etmemiştim. Aslında direk çocuklar için de yazmamış. Cezaevine girdiği dönemde eşine yazdığı mektupta çocuklarına anlatılmak üzere bir öyküyü kaleme almış ve o e-mektuptan da bu kitap çıkmış. Öykülerin yıllar boyu dilden dile süren ve büyüleyici bir etkisi var. Bu anlamda bence iyi bir çalışma olmuş. Desen Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın resimleyeni Laia Domenech ve Türkçe’ye Özgür Gökmen ile çevriliyor. Tanıdık bir isim daha var bu metni okumamızda katkısı olan, o da kitabın editörlüğünü yapan Ayşegül Utku Günaydın.

Kitapta küçük bir çocuğun sütünü içen fare, çocuğun sütsüz kalması ve üzülmesi ile yaptığından pişman olup o sütü yerine koymaya çabalıyor. Bu süreçte keçiye, ordan otlağa, ordan savaşta kırılan çeşmeye ve o çeşmenin onarılması için duvarcıya ve nihayetinde dağa kadar gidiyor. Hepsi birbirine bağlı isteklerle aslında temel soruna ulaşıyor yazar. Tüketmenin ve kapitalizmin aç gözlülüğü nedeni ile kuruyan dağ, kitabın sonunda küçük çocuğun dağa bir sürü fidan ekmesi ile yeşeriyor, sular kaynak yerlerinden bolca akıyor, otlaklar büyüyor ve keçiler buradan aldıkları besinle bol süt veriyor. Nihayetinde köylüler süt ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve fazlası bile oluyor. Benim açımdan ilginç bir deneyimdi bu kitabı okumak. Kitabın arka kısmında Antonio Gramsci ile ilgili kısa bir bilgi de var, ayrıca eşine yazdığı mektuba da yer verilmiş. Çocuklarına okumasını ve onlarda oluşan etkiden bahsetmesini istiyor kendisine yazar. Bir niyeti var yani bu öyküyü anlatmasında. Kitabın son kısmı hariç bu öykünün benzerini çocukluğumda ben de dinlemiştim aile büyüklerinden. Benzer şekilde keçinin sütü içiliyordu ama bu sefer bir tilki tarafından. Sonra tilkinin kuyruğunu alan yaşlı kadın bunu sütü geri getirmesi şartı ile geri verebileceğini açıklıyordu. Tilki önce keçiye, sonra da bu kitaptaki gibi bir sürü kişiye gidiyor ve en sonunda o sütü geri getiriyordu yaşlı kadına ve kuyruğunu alabiliyordu. Elbette Gramsci’nin söylemek istediği, iletmek istediği mesajlar daha net. Doğaya ve çevreye uyumlu yaşanması gerektiğini belirtiyordu en çok da. Çünkü sütü içen küçük çocuk dağa bir sürü fidan ekiyor ve bunlar süreç içinde büyüyerek dağı kocaman bir ormana çeviriyordu. Yani insan doğadan aldığını iade ediyordu bu kitapta.

Kitabın tasarımı da değişik. Bizdeki ufaklık (2,5 yaşında), ısrarla kitabı ters tuttuğumu söyledi, çünkü klasik şekilde değil de sanki üst tarafından açılıyormuş gibi kitap. Kalın karton kapak ve resimleri de oldukça güzel. Bununla birlikte kızım arka kısımdaki açıklamalardan etkilendi ve ısrarla neden Gramsci’nin cezaevinde olduğunu sordu. Kısacası her ebeveyn kendi tecrübeleri eşliğinde kitabı okuyabilir çocuklarla. Bunun her zaman altını çizmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden biri olan Gramsci’nin çocuklar için olan bir kitabını okumak, yukarıda da belirttiğim gibi benim merakımı giderdi en çok da. Kim bilir belki aynı merakı taşıyanlar vardır; o nedenle üzerine yazmak istedim.

Yazının Devamı

Delikli Kitaplar Serisi-Ot Yemeye Bayılırım & Dokun Hisset Serisi-Beşe Kadar Say

Bu haftaki hakkımı bizdeki 2,5 yaşındaki ufaklıktan yana kullanayım istedim. Bu nedenle de Nazmi Oğuz Çocuk Kütüphanesi’nden onun için aldığımız iki kitap ile ilgili yazmaya karar verdim. İkisi de 2-4 yaş aralığına hitap ediyor diye yazıyor kitap bilgisi kısmında ama elbette çocuğunuzun yapısına göre bu aralığı genişletilip daraltılabilirsiniz. Yine ikisi de bir seriye ait kitaplar. Evinizde kitapla tanışmayı bekleyen bu yaş grubunda çocuk varsa keyifle inceleyeceğini düşünüyorum. Dokunarak, hissederek, elleyerek, oynayarak tanışma onların dünyası zaten.

Potikare Yayıncılık tarafından basımı yapılan, Ot Yemeye Bayılırım kitabının proje sahibi Carlo Alberto Michelini, çizimler Cristina Mesturini’ye ait ve metin Giovanna Mantegazza tarafından yazılmış. Türkçe’ye Gönen Kerimoğlu Taş tarafından çevrilen kitap çok sevimli. Burun deliklerinden parmaklarını sokan çocuğu izlemek ve meraklı gözlerle takip ettiğini izlemek harika bir deneyimdi bizim için. Merak duygusunu tetikleyen bir yanı var kitapların. Zaten başka türlü isteseniz de bu yaş aralığı gelip dizinizin dibinde oturup uzun süre elinizdekine bakmaz. Ona hitap eden bir şey olmadıkça ilgilenmez ona sunulan şey ile. Dolayısıyla çocuğu yaşına ve duygu dünyasına uygun kitaplarla tanıştırmak onlar adına bir şans aslında. Bu anlamda kendi çocukluğuma göre daha iyi bir noktada olduğunu görüyorum yayıncılık sektörünün. Sadece sektör de değil, çocuk kütüphanelerinin olması ve her yaşa uygun kitapların yer alması da bir artı. Geç kalınmış bir artı ama yine de artı.

Diğer kitap ise Bahçeşehir Yayınları tarafından basımı yapılan ve yukarıda da belirttiğim gibi bir seriye ait olan kitap. Dokun Hisset Serisi’nin elimizdeki kitabı Beşe Kadar Say. İçinde birbirinden farklı canlılar yer alıyor ve sayfaları kalın kartondan yapılmış. Çizimler de belirtilen yaş aralığına oldukça uygun. Bizdeki durumda şöyle oldu; evin ufaklığı bu kitabı eline alıp evdeki yeni üyemiz olan Findus adlı kuşa okumaya çalıştı. Sınırlı kelime ile “Bak Findus, bunlar çiçek” diyordu. Kısacası 2,5 yaşında da olsa yanındaki diğer canlıya, ilgisini çeken şeyi gösterme telaşı vardı kitap üzerinden ve bence bu önemli olduğu kadar güzel de bir adım.

Yazının Devamı

Şaşırtıcı Hayvan Göçleri

Bazı kitapların insanı bulunduğu zaman ve mekandan alıp bambaşka dünyalara taşıdığını düşünürüm. Elimdeki de onlardan bir tanesi. Kütüphanede elime aldığımda da bu his kaplamıştı içimi, şimdi tekrar okuyunca da. Dünyada sadece küçücük bir yer ve zaman kapladığımızı anımsatıyor doğa ile ilgili olan her şey. Özellikle onun küçük bir parçası olduğumuzu gösteriyorsa ayrıca dikkat çekici buluyorum. İnsanın kendini merkeze alan o bencilce tavrından uzaklaştırıcı bir yol bir başka ifade ile aslında bu kitap. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basımı yapılan ve Chris Packham tarafından kaleme alınan Şaşırtıcı Hayvan Göçleri aslında yazılı bir belgesel gibi ilerliyor. Bunda çizer Jason Cockroft’un payı büyük. Bazı sayfalarda uzun uzun takılı kaldığımı belirtmek istiyorum ki, bu harika bir şey.

Yazar ve çizer, girişten itibaren görsel şölenle aktarıyorlar bize doğadaki canlıların nasıl göç ettiğini, göçün ne demek olduğunu ve fazlasını. BBC’de uzun süre The Really Wild Show adlı çocuk programının sunuculuğunu yapmış olan yazar, doğa programları hazırlamaya devam ediyormuş. Bence bunu çocukların anlayabileceği şekilde kaleme alması çok güzel. Bırakın çocukları, yetişkin okur olarak resimleri izlemek ve yazıları okumak oldukça keyifliydi benim için. Birbirinden farklı birçok canlının farklı sebeplerle bir yerden başka bir yere her yıl göç etmesi ve bu süreci başarı ile tamamlıyor olmaları bizim insan olarak kullandığımız dilin aslında nasıl da yetersiz olduğunu gösterdi bana. Doğanın başka bir dili, başka bir anlama yetisi var ve biz kendi dünyamıza sıkışıp kalmışız. Oysa azıcık kulak kabartsak doğaya, nasıl da zenginleşeceğiz. Bazı bölümler tebessüm bırakırken, bazılarında acı bir ifade yüklendi içime. Örneğin Hint Okyanusu’ndaki Christmas Adası’ndaki kırmızı yengeçlerin fazla yağmur yağdığında ormandan çıkıp denize ulaşma süreçlerinde olan sayfa. Burada bir cümle var ve diyor ki; “Bu dönemde adada, yengeçlerin güvenle denize ulaşmalarını sağlayan ‘yengeç muhafızları’ görev yapar.” Tekrar ediyor zihnimde “…güvenle denize ulaşmaları için” kısmı. Yengeçleri düşünen ve bunun için harekete geçen insanlardan bahsediliyor yani. Aslında içimin sevinçle dolacağı bir sayfaydı ama sabah twitterda bir etiket gördüm #anneyeneoldu diyordu. Haberde ise maalesef yine bir hayvan tecavüzü vardı. 8 tane yavrusu olan bir köpeği alıp götüren ve tecavüz eden bir adamın haberi. Şimdi bu sayfayı okurken aniden twitterdaki o anne ve yaşadığı ızdırap geliyor aklıma. Neden hala hayvanlara yapılan şiddete daha ağır cezaların gelmediği ile dolu kafam. Belki yazarsam, belki bir kere daha dillendirirsem azıcık rahatlarım. Çünkü bizimle aynı dili konuşmayan canlılara eziyetimizin şiddetin en ağırı olduğunu düşünenlerdenim. Bunun da tüm yasa koyucularca yeniden ele alınması ve hayvanlardan yana düzenlenmesini diliyor, istiyor ve talep ediyorum. Çünkü azıcık nefes almak, azıcık ferahlamak, çocuklarımla iyi vakit geçirmek, onların duygu dünyalarını genişletmek için bile olsa ayırdığım o zamanda elime aldığım kitabın bir sayfasındaki iyi bir şeyin bende kötü bir çağrışımı olmamalı. Ben de iyi örneklerle pekiştirebilmeliyim bu sayfayı ve çoğaltarak aktarabilmeliyim çocuklara. İşte tam da bu nedenle yazıyorum aslında. İyi olanı talep etmek, sadece bize değil, parçası olduğumuz doğaya da iyi gelecek ve o iyilik hepimizi saracak.

Kitapta birbirinden farklı canlı türlerinin göç hikayeleri var. Bunlardan biri de Kral Kelebeği. Kral Kelebeği olarak bilinen bir tür; Kanada’nın soğuğundan kaçıp Meksika’ya ulaşabiliyor. Nasıl güzel bir görsel eşlik ediyor bu bilgiye görmenizi isterim. Yazar hem göç hikayelerini anlatıyor hem de son kısımda iklim krizine dikkat çekiyor ve göç yollarını değiştiren kuşlara da değiniyor. Bu da okur olarak yine bize önemli bir şey söylediği kısım aslında.

Yazının Devamı

Anneler Günü

Anneler Günü denilince epeydir duralıyor kalbim. Öyle coşkulu bir şekilde kutlanan anneler günlerinden ayrı zamanlar ve biraz da bunun da etkisi var. Ya da tam da Yeni Türkü’nün Telli Telli adlı şarkısında söylendiği gibi “..biz büyüdük ve kirlendi dünya.” Bazı isimler, olaylar, kadınlar ve anneler geliyor zihnime hızlı bir şekilde. Böylesi bir günde onların yaşadıklarını düşünmek bir parça acı bırakıyor güne. Örneğin geçtiğimiz günlerde covid olan ve yedi gün entübe kaldıktan sonra ailesine kavuşan Mısra Öz. Hatırladınız mı kendisini? Hani oğlunu Çorlu tren kazasında kaybettiğinden beri istisnasız her gün, oğlu Oğuz Arda’yı her yerde söyleyen ve adalet arayışını yaşamı boyunca sürdüren kadın ve anne. O hastanedeyken sosyal medya devraldı bu işi ve pek çok insan onun adına devam etti bu olaya. Sonra bir başka anne geliyor hemen zihnime; o da 2014 yılında 301 canın kaybedildiği Soma faciasında aklıma kazınan anne Ayşe Gökçe’ydi. Diyordu ki; “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” Nasıl ağırdı sözleri, nasıl acıydı hepimize. Yüzü hala gözlerimin önünde.

Bir başka anne daha var bu günü zor geçirenlerden. Şehit Erkan Özdemir’in annesi Havvagül Özdemir. Onun sözleriyle devam etmek istiyorum. Diyordu ki acı haberi aldığı günü anlatırken: “Sabah uyuyakalmışım. Bir uyandım saat 10.30. Telefonumda Erkan’ın cevapsız çağrısı yok. Nasıl korktum. Aradım, çalıyor ama açan yok. Onlarca kez aradım. O korkuyla pencereden bakıyordum. Bir ambulans ile polis aracının evin önüne yanaştığını gördüm. Bize gelmesinler diye evin anahtarını kaptığım gibi üst komşuya kaçtım.” Kaçtığımızda bırakır mı acı peşimizi acaba? Bir annenin açık yarası nasıl kapanır mesela? O kadar dokunuyor ki Havvagül annenin paniği, korkusu, telaşı ve acısı insana. Üzerinden seneler geçse de hafızama kazınanlardan o da. Başka çok sayıda anne daha var. Erkek şiddeti ile çocuğunun gözleri önünde katledilen anneler mesela. Onlardan birisi de “Ölmek istemiyorum” diyen Emine Bulut. Hatırladınız mı kendisini? 10 yaşındaki kızının yanında eski eşinden aldığı bıçak darbeleri sonrasında “Anne lütfen ölme” diyen çocuğun sesi kaldı mesela kulaklarımızda.

Güzel şeylerden bahsetmek istiyordum ama çok sayıda kadın, anne ve şiddete maruz kalan, evlat acısı yaşayan ve çocuğunun gözleri önünde acı çekenler geldi aklıma ve kalemime. Onları anmadan nasıl tamamlanabilirdi ki yazı. Maalesef her gün yenileri ekleniyor bu kadınlara. Sonra diğer tarafta kutsanan annelik sözleri var. Çok duyacaksınız bugün onları. Anne olanlar, olmak istemeyenler, zorla ve tecavüzle hamile kalıp doğurmaya zorlananlar, anne olmadığı için dışlananalar, erkek annesi olmadığı için küçümsenenler, anneliği üzerinden yargılananlar ve daha bir sürü şey. Kısacası eril söylemler yine kadın ve kadın bedeni üzerinden, dahası kutsal annelik miti üzerinden dem vuracak bugün yine. Tüm bunlardan ayrı olarak içinde sevgi barındıran, biyolojik veya değil bir cana rehberlik eden, onun büyümesinde kol kanat geren, ona eşlik eden herkesin günü kutlu olsun.

Yazının Devamı

Yaşlı Kadın ve Papağan

Açıkça itiraf ediyorum ki bazen sadece yazarından dolayı merak ediyorum kitabı. Elimdeki de onlardan birisi. Virginia Woolf’un çocuklar için yazdığı bir kitap olan Yaşlı Kadın ve Papağan, yazara olan merakımdan evime geliyor. Daha önce, yine aynı yazarın Dadının Perdesi adlı kitabını alıp okumuştum. Hikayeden ziyade, yazarın çocuk dünyasına nasıl seslendiğini merak ediyorum. Kırmızı Kedi tarafından basımı yapılan ve İlknur Özdemir tarafından Türkçe’ye çevrilen kitabın, küçük ve sıcak bir hikayesi var.

Biraz masalsı bir anlatımı olan kitapta ayakkabı tamirciliği yapan yaşlı bir kadın ve bir papağanın sözsüz ama başka dilde diyaloğu anlatılıyor. Bayan Gage, ölen abisinden kalanları almak için onun evine gidince tanışıyor bu papağanla. Onun sayesinde de hem abisinin sakladığı altınların yerini buluyor, hem de aralarındaki bağ güçleniyor. Hayvanları çok seven bir kadın var karşımızda. Öyle ki bir yerde yazar; “…kendisi ne kadar yoksul olsa da hayvanları severdi, köpeğini kemiğinden yoksun kılmaktansa kendisi aç kalmayı yeğlerdi çoğunlukla” diyor. Galiba başka söze gerek yok. Bayan Gage abisiyle iyi bir kardeşlik ilişkisi geçirmemiş ama belli ki ikisi de hayvanların dilinden anlıyor. Başka türlüsünde papağını ve tepkilerini Bayan Gage de anlayamayabilirdi. Oysa o da abisi gibi başından beri bu papağanı seviyor ve onun davranışlarını anlıyor.

Bayan Gage’in başına bir sürü iş geliyor ve tehlikelerden geçiyor. Sonunda abisinin evi tamamen yanıyor ve bir başkasının evinde geceyi geçirmek zorunda kalıyor. Sonunda tüm bunların evdeki papağan sayesinde gerçekleştiği ve kadına altınların yerini göstermeye çabaladığı ortaya çıkıyor. Yaşlı kadın, köpeği ve papağanı ile yaşamaya devam ediyor. Efsanevi bir havada devam eden kitapta yaşlı kadın ölünce papağan da ölüyor. Hayvanların dilinden anlayan bu yaşlı kadından ve hikayesinden bize kalanlar da; anlamak ve anlaşmak için tek bir dile gerek olmadığı gerçeği. Yukarıda da belirttiğim gibi hafif masalsı bir tadı var kitabın ve çocukluğumdan gelen alışkanlıkla o tadı seviyorum.

Yazının Devamı

Bir Zürafanın Dertleri

Aslına bakarsanız bu tarz kitaplardan birkaç tane okumuştum. Ne tarz diyeceksiniz hemen değil mi? Kişinin kendi bedeni ile barışık olmasının önemi üzerinde duran kitaplar. Bununla beraber ayrımcılık ve fiziksel görüntüsü nedeni ile ötekileştirme üzerine de mesajlar var. İlk aklıma gelenler Filiz Özdem’in Zürafa Fazi kitabı, ikincisi ise Sara Şahinkanat’ın Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor adlı kitabı. İki kitabı da çok severek ve defalarca okuduk. Üzerine yazmıştım da üstelik. Elimdeki kitap da bu alana girecek bir üçüncü kitap olarak yer alıyor. Çınar Yayınları tarafından basımı yapılan kitap Jory John tarafından yazılıyor ve Lane Smith’in çizimleriyle buluşuyor. Mehmet Barış Albayrak’ın Türkçe’ye çevirdiği kitap diğerleri gibi bence oldukça iyi.

Yukarıda belirttiğim gibi alanda bu tarz kitapların olmasını olumlu buluyorum ve niceliksel büyümenin de sıkıntı yaratmayacağını düşünüyorum. Çünkü maalesef beden algı bozukluğu üzerine çok fazla sorun yaşıyor insanlar. Çocuklar da bundan nasibini alıyor. Kendilerine dayatılan ölçülere girmek için rasyonel olmayan yollara başvuranlar hem bedensel, hem de ruhsal sağlıklarından kaybediyorlar. Bu biz farkında olalım veya olmayalım küçüklüğümüzden itibaren önümüze konuluyor bu algı. Yine bu alanda -Güzel İse “Evet”- adlı harika bir kitap var. Sevgili Uğur Bakır doktora tezi olarak çalıştığı konuyu kitaplaştırarak bence hepimiz için iyi bir kaynak oluşturdu. Geçmişten bugüne güzellik algısının nasıl dayatıldığını görmek beraberinde pek çok sorunu da getiriyor. Çocukların ve özellikle kız çocuklarının oyuncaklarını düşünelim mesela. Hepsi de benzer ölçülerde ve güzellikleriyle öne çıkan bebeklerden oluşuyor. Bununla ilgili bir farkındalık oluştu son zamanlarda. Mesela sosyal medyada bu bebeklerin yüzlerindeki makyajı ve kadınsı ifadeyi silerek onlara çocuk ifadesi çizen ve kıyafetlerini buna göre giydiren bir kadının bir videosu vardı. Bence çok güzel bir çabaydı. Yine el emeği bebekler son zamanlarda daha fazla ilgi görmeye başladı. Bunlar güzel gelişmeler. Hem, tek tip bir beden ve güzellik algısından biraz da olsa uzaklaşılmasını sağlıyor, hem de bizlere dayatılana bir alternatif sunuyor. Tüm bunlarla beraber, çocuk edebiyatında bu konunun ele alınmasını değerli buluyorum. Tüm bu uzun girizgahtan sonra kitaba dönecek olursam boynunun uzunluğundan şikayet eden bir zürafa var karşımızda.

Konuya direk “Boynumu sevmiyorum” diye başlıyor zürafa. Bunu etrafındaki diğer canlılar da pekiştiriyorlar; bazen gülüşleri, bazen de bakışlarıyla. Annesinin kendisine verdiği telkinler de işe yaramıyor çünkü; özellikle çocukluk ve ergenliğin ilk dönemlerinde ebeveynlerden ziyade akranlarının tepkileri önceliğe alınıyor bilindiği üzre. Bu kitapta da öyle. Hatta annesinin kendisini rahatlama çabasıyla hafif dalga da geçiyor zürafa. Kendisini diğer canlılarla kıyaslayan ve onlara göre kötü ve çirkin olduğunu düşünen zürafamız dertleniyor haliyle. Bu durum kendisini durduk yere mutsuz ediyor. Nihayet bir kaplumbağa sayesinde kendisiyle barışıyor ve bu mutsuzluk bertaraf ediliyor. Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor adlı kitapta da benzer bir süreç vardı. Ahtapot birilerine yardım ettiği zaman kendisini mutlu hissediyordu. Belki sonraki kitaplarda işlevsel olan yerine başka bir şekilde bedeni ile barışması sağlanabilir karakterlerin. Tekrar altını çizmek isterim ki, adını geçtiğim kitapların hepsini de çok severek okudum ve çizimlerini izledim. Çocukların empati yeteneklerinin gelişmesi, bedenleri ile barışık yaşamaları ve farklılıkları kucaklayabilmeleri anlamında oldukça değerli çalışmalar. Bir Zürafanın Dertleri de çizimleri ve kurgusu ile bu değerden nasibini alanlardan.

Yazının Devamı

Dewey

Vicki Myron ve Bret Witter’ın kaleme aldığı, çizimlerini ise Steve James’ın yaptığı Dewey adlı kitap sıcacık bir hikaye ile karşımızda. Türkçe’ye Özkan Özdem’in çevirdiği kitabın basımını Pegasus Yayınları üstleniyor. Daha önce Kütüphanedeki Aslan kitabını okumuş, çok sevmiş ve üzerine yazmıştım. Bunda da biraz onun tadı var ama konu bir kedi olunca daha hareketli, eğlenceli ve daha muzip bir hal alıyor açıkçası. Küçücük bir kedi, kütüphane görevlisi tarafından bulunuyor ve yıkanıp temizleniyor, sonra da yeni bir eve kavuşuyor bu ufak kedicik. Adı da Dewey oluyor. Ev dediğime bakmayın, hepimizinkinden daha güzel, zengin ve büyük bir ev Dewey’inki; o artık bir kütüphane kedisi ve evi burası oluyor.

Başlarda ne yapması gerektiğini bilmiyor ve bir kedinin yapacağı her türlü yaramazlığı yapıyor. Sonra onun gözünden kütüphaneye gelen insanları izliyoruz. Bu kısmını çok sevdim. İnsanları Dewey’in gözünden izler ve onun sesinden dinlerken daha da komik oluyor her şey. Kediler ve çocuklar birbirine çok benziyor diyor kedi ile beraber yaşayanlar. Ben de sadece izlediklerim üzerinden benzer bir izlenime sahibim. Aradaki fark; kedi hiç büyümeyen küçük bir çocuk. Hal böyle olunca daimi oyun arkadaşınız var aslında hayatınızda. Dewey de insanları izlerken en çok küçük çocukları merak edip, onlarla ilgileniyor.

Zamanla kendisine “kütüphane kedisi” rolü biçen Dewey, bu rolü yerine getirmek için bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor. Bundan sonrası da oradaki herkesin hayatına ayrı bir renk katıyor. Masal dinleyen çocukları şaşkınlıkla izliyor ve sonra onların kucağında dolanıp duruyor. Üzgün gördüğü bir kız çocuğu ile ilgileniyor mesela bir başka sayfada. Küçük kızın neden üzgün olduğunu anlayamıyor ve onu neşelendirmek için elinden geleni yapıyor. Sonunda da başarılı oluyor bunda. Küçük kızın dikkatini çekmekle kalmıyor, neşesini de yerine getiriyor. Resimler öylesine güzel ki ara ara durup bakıyorum tek tek. Galiba pandemide insanlara en iyi gelen şeylerden birisi de sevgilerini paylaşacakları bir canlıyla vakit geçirmek. Yalnız bunda aklıma hemen Felsefe Profesörü Afşar Timuçin hocamız geldi. Şöyle bir cümlesi vardı hocanın: “İnsan ehlileştirdiği canlıdan bir ömür sorumludur.” Ne kadar sorumluluk bildiren bir ifade değil mi? Galiba gerekli de bir cümle. Çünkü insanlar ev hayvanlarını alıp, sıkılınca çok rahat bırakabiliyor ve bunu önemsemiyorlar. Bu durumda kalan hayvanların acı çektiğini görüyoruz ve bunun açıkçası iyi düşünülerek verilmesi gereken bir karar olduğunu düşünüyorum. Beraber yaşayacağınız canlıya bakabileceğinizi düşünüyorsanız buna adım atmak en doğrusu galiba. Dewey gibi hayatımızı güzelleştiren nice canlı var. Bizlerin de en azından bu sevgiye uygun hareket etmemiz gerekiyor. Çok kolay olduğunu düşünmeden, ama bu sorumluluğu taşıyacağımızı bilerek karar verdiğimizde daha az üzüp, üzüleceğiz galiba.

Yazının Devamı

Gölde

Sessiz kitap sevenleri böyle alalım lütfen. Elimde harika bir sessiz kitap var. Öyle ki bazen sahiden sözler ne işe yarar ki bu resimler karşısında diyesim geliyor. Bilgi Çocuk Yayınları tarafından basımı yapılan ve Geraldo Valerio tarafından resimlenen kitap, konusu kadar renkler ve çizimleriyle de büyülüyor okuru/izleyeni. Belki izleyen okuru mu demeliyim buna bilemedim şimdi yazarken.

Renklerin bizlere duyguları sonuna kadar hissettirdiği ve olay örgüsü ile aslında kocaman kocaman sözleri olan ama bunları görünmez kılan bir kitap Gölde. Köpeğinin boynuna taktığı tasması ile göle giden bir çocuk var ilk sayfalarda. Bu bağımlı kılma hali ikisini de farkında olmadıkları bir mutsuzlukla yaşatıyor. İlerleyen sayfalarda gölde özgürce yüzen canlıları görüyoruz ve renkler de onlarla beraber canlanıyor. İlk sayfaların tek düze hali şimdilerde renk hareketliliğine bürünüyor. Çocuk ve köpeği suda salınan kuğulardan birinin üzerinde geziyorlar önceleri ve sonra çocuk köpeğin tasmasını çıkarıyor. Nasıl güzel bir kare öyle dönüp dönüp bakmak istiyorum. Köpek son derece mutlu olduğu haliyle sudan çıkıp özgürlüğün tadına varıyor ve elbette kendisine türlü canlılar ile renkler eşlik ediyor.

Beraber yaşamak ile sahip olmak arasındaki çizgiyi öylesine ustalıkla aktarıyor ki yazar/çizer; bakarken, okurken her sayfayı tekrar tekrar saygı duyuyorum. Üstelik bunları söze ihtiyaç duymadan yapıyor. Birbirlerinin gözlerinin içine bakan kuğu ve çocuk çok güzel bir şekilde konuşuyor gibiler. Dün akşam Doğadaki Son Çocuk adlı kitabın yazarı, Richard Louv’un bir seminerine katıldım ve orada doğadaki canlılar ile insanlar arasındaki sezgisel bağdan söz edildi. Tam da o konuya dair verilen örneklerdeki gibi, çocuk ve kuğu da o sezgisel bağ ile sohbet ediyorlar. Ama sonra çocuk yine sahip olma isteğine karşı koyamadığı için tasmayı bu sefer kuğunun boynuna takıyor. Esir ediyor onu kendine ve ne oluyorsa o an oluyor. Bir felaket anı gibi tüm kuğular kaçışıyor ve renkler yine gri ile tonlarına dönüyor. Çocuğun gözlerine bakan kuğunun gözlerinden artık göz yaşı akıyor. Çocuğun da akıyor; çünkü aslında ne yaptığının o ana kadar farkında değil.

Yazının Devamı

Pamira ve Bay Sol

Parmak Çocuk Yayınevi tarafından basımı yapılan ve kapağından insanın içini ısıtan bir kitap var elimde. Hale Gökalpsezer tarafından yazılan ve resimlenen Pamira ve Bay Sol ezber bozma niyetiyle yola çıkıyor. Bilinen haliyle “Ağustos Böcekleri ile Karınca Hikayesi”ni tersinden okumamız için yardımcı oluyor kitap. Buna benzer okumaları daha önce de görmüştüm. Elimdeki de onlardan birisi ve bize yeni bir bakış açısı kazandırıyor.

Doğa ve canlılara meraklı ve ilgili Pamira ile başlıyor serüven. Bu sevgi dolu kız ile bizler de okur olarak onun peşine takılıyor ve bir meşe ağacında buluyoruz kendimizi. Burada da ağustos böceklerinin konserine dahil olup onların ağzından dinliyoruz hayat yolculuklarını. Elbette Pamira’nın özel bir çocuk olmasından kaynaklı hepsi ve bu herkes için olabilecek bir şey değil. Ailesi de en az Pamira kadar doğaya saygılı, ona uyum içinde yaşıyor ve tüm bunlar küçük kızın içine işlemiş durumda. Pamira ve Köpeği Ku bu yolculuklarında bizleri de kendi güzel ve sanat dolu dünyalarına alıyorlar. Sadece o da değil, yeni pek çok ey öğreniyoruz onlarla beraber ama en çok da ağustos böceklerinin karınca ile ilgili olan hikayelerinin gerçeği yansıtmadığını. Ancak çok özel bir çocuğun duyacağı konsere bizler de dahil oluyoruz bir diğer yanıyla. Ama sadece biz de değil, karıncalar da geliyor ağustos böceklerini dinlemeye. Ortaya tam bir şenlik havası çıkıyor doğrusu. Kendimi okur olarak Pamira’nın bahçesinde ve onun yanında hissettim okurken. Sıcacık, sevgi ve müzik dolu bir ortam burası. Ayrıca saygı var tüm canlılar arasında. Kısacası okuduğumuz yerden bakınca aslında ütopik bir dünya ama bir yanıyla da daha güzel bir dünyanın ne şekilde mümkün olabileceğini gösteriyor yazar.

İzmir’den bir yazar Hale Gökalpsezer. Ben de hayatımın 4 yılını orada geçirdiğim için hep kendimi şanslı hissetmişimdir. Havası, suyu ve insanıyla hoşgörüdür, sevgi ve zenginliktir. Doğa ve tarihtir aynı zamanda. Hale hanım da o iklimden nasiplendiklerini ince ince akıtıyor kalemiyle. Üstelik sadece bu da değil; kitabın arka kısmında yine Hale Gökalpsezer’in yazdığı, Kemal Alpan’ın bestelediği ve seslendirdiği, Yunus Kaan Musaoğlu’nun gitarıyla eşlik ettiği Pamira ve Bay Sol şarkısı için de kare kod verilmiş. Merakla kodu okutup parçayı dinliyorum. Sözleri kadar tınısı da keyifle dolduruyor kulakları.

Yazının Devamı

Buz Bebekler

Miyase Sertbarut tarafından yazılan kitap okuması kolay bir kitap değil. Boğazım düğüm düğüm ve zaten varolan endişelerim pekişmiş olarak sürdürdüm okumayı. Yine de üzerine yazmak istiyorum. Çünkü, yazar oldukça cesur bir adım atıyorken, okur olarak onun yanında olmak istedim. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan kitap bir süredir dahil olduğum çocuk edebiyatı kitap kulübümüzce önerilmişti ve geride bıraktığımız haftanın konusu oldu. Çokça konuştuk, çokça tartıştık ve hepimiz kendimizden bir şeyler katıp, bir şeyler bulduk okuduklarımızdan. Açıkçası ben ilk defa bu kadar derinlikli olarak çocuk istismarı, yetiştirme yurtları gibi konuların ele alındığını gördüm. Şaşırmakla beraber arada duraladım ve bu kadar “gerçekçi” olmasıyla da irkildim. Bununla beraber maalesef bir çığ gibi üzerimize akan bir sorunla dünya vatandaşları olarak uğraşıyor olmakla da bir kez daha utanç duydum.

Buz Bebekler belki adıyla dikkat çekiyor ama beni arka kapağındaki yazıdan yakaladı. “Bir gün herkesin adı kısalabilir; bazen aşktan, bazen utançtan. E.Ç. gibi, C.K. gibi... Harfleri eksilterek bir utancı azaltabilir miyiz? Belki de çoğalması gerekir; konuşulması, yazılması gerekir. Başka ne işe yarar ki harfler acıları ve utancı azaltmıyorsa?” İşte bu cümleler beni aldı götürdü N.Ç olayına. Daha önce başka yazılarda da yazmıştım, benim için çok ciddi bir kırılma noktasıdır N.Ç. olayı. Koskoca bir köyde neredeyse herkesin istismarına maruz kalan kız çocuğu için “Rızası var” demişlerdir de yer yarılıp hepimiz içine girmemiştik. O olay uzun süre beni çok etkilemişti. Dolayısıyla elimdeki kitabın arka kısmında yazılanlar da beni o olaya geri götürdü. Yazarın da benzer yaralardan kalem oynattığını düşündüm. Sırf bu konuları böylesine cesurca ele alması bile bence takdiri hak ediyor. Yetiştirme yurdunda yaşayan çocukların hayatına bakıyoruz kitapta. Sevgiden yoksun büyümeleri ile birbirine kenetlenmeleri ve daha bir sürü şey var kitapta. Yine istismar var, tam da sevgiye muhtaç oldukları yerden ve zayıf yanlarından vuruyor onları üstelik. İnsan olmakla olmamak arasındaki çizgide gidip geliyor çoğu kişi. İşte bu kitapta onlardan bolca var. Üzüntü, sıkıntı, acı, isyan, sevgisizlik, yalnızlık ve buna benzer duyguları da içimize kadar işliyor yazar. Galiba yetişkin bir okur olarak okurken aldığımız yaşa kadar tanık olduğumuz veya yaşadığımız onca şey de geçiyor zihnimizden. Duyduklarımızla kulaklarımız doymuştu oysa ki ama maalesef her gün yenileri ekleniyor bu yaşanan istismar olaylarına. Saadet öğretmen geliyor mesela aklıma bir sayfada. Onun girişimi ile öğrencileri kurtulmuştu istismarcısından hani ve sonra UCİM’i kurdular. Şimdilerde yine çocuklar için uğraşıyorlar. Sonra ECPAT Türkiye adında bir oluşum daha var. Çocukların cinsel ve ticari sömürüsünü engellemek amacıyla çalışmalar yürüten. Hatta üyelerinden birisi olan Ezgi Yaman ile aynı kurumda görev yapıyoruz ve geçenlerde söyleşi yapmıştık. Bunların dışında yine çokça sivil toplum kuruluşu, kişi ve kurum var bu olayları yok etmek için çabalayan. Bitsin de artık zaten.

Sonra kendi köşesinde yazılarını yazan ve bu olayı kitabına konu alan Miyase hanım gibileri var. Şimdi bunca can yakıcı olay yaşanırken, kadın olarak, anne ve kız çocuğu olarak, baba olarak her birimiz endişe ile yaşamaya başlamışken, tam da yazarın dediği gibi sözcükler acıyı hafifletmeyecekse ne işe yarayacak? Bu nedenle daha fazla okunması, duyulması ve konuşulması gerekir diye düşünüyorum. Konunun herkesçe ama en çok da siyasi otoriteler, karar vericiler, kanun yapıcılar ve hukukçularca bilinmesi, dillendirilmesi ve çözüm için daha fazla adım atılması gerektiğini düşünüyorum tıpkı bu kitapta yer alan her bir savunmasız çocuk adına. Yine eğitimcilere çokça iş düşüyor. Zaten pandemi döneminde iş yükleri artmış ve oldukça yorulan bir kesim onlar; bunun farkındayım. Değeri ve kıymeti büyük olanlar ama diyerek bir parantez açıyorum, işini hakkıyla yapanlar diye de kapatıyorum. İşte o eğitimciler evlerinde olan, kapanma nedeniyle maalesef daha fazla risk altında olanları daha fazla görüp duymak için çabalıyorlar. Bu da çok büyük bir çaba. İşte tam da bu nedenle onların da okuması gerekenlerden bu kitap. Sadece okumak değil de; bu konuya dair farkındalığımızın artması gerekiyor diye düşünüyorum. Herkes kendi bulunduğu noktadan ses verebilir bu konulara. Sonra adalet yerini bulduğunda içimize bir parça su serpilir mesela olaylarda. Miyase hanımın yazım dili, gerçekçi tavrı veya hangi yaş grubuna hitap ettiğinden ziyade bence asıl önemli olan kısmı kitabın konusu ve bunu yazma cesareti. Kitapta işte tam da insanlık olarak bizlerin gerçekliğine ışık tutan ve görünmez olması isteneni görünür kılan Ece ve diğerlerinin kocaman kalplerini duyma sırası biz büyüklerde. O nedenle bu seferki kitabın kime yazıldığına bakmayın ve sormayın. Okumaya uygun olduğunu düşündüğünüz yaşta çocuğunuzun, olmadığını düşünüyorsanız da sizin için bir şeyler söylüyor her bir çocuk ve yazar.

Yazının Devamı

Bağımlılık Asla Sadece Bağımlılık Değildir-Bağımlı Aileler İçin Rehber Kitap

Prof. Dr. Kültegin Ögel Türkiye’de bağımlılık üzerine çalışan en önemli isimlerden birisi. Çok sayıda çalışması bulunmakla birlikte bu alanda hemen her gün bunlara yenilerini ekleme telaşında. Bu yazıda onun yazdığı iki kitaptan bahsetmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi Bağımlılık Asla Sadece Bağımlılık Değildir kitabı ve İletişim Yayınları tarafından basımı yapılıyor. Diğeri de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basımı üstlenilen Bağımlı Aileler İçin Rehber Kitap. Öncelikle son derece kapsamlı ve sade dli ile her türden okura hitap ettiğini belirtmek isterim.

Bağımlılık Asla Sadece Bağımlılık Değildir kitabında Kültegün hoca daha önce hiç bilmediğim çok fazla tarihsel bilgi ile karşımızda. Babasının da tarihçi olmasının olumlu etkisi ile harika bir çalışma ortaya çıkarmış. Alkol, uyuşturucu ve diğer maddelerin tarih içinde nasıl bir yol izlediği, bu süreçte devlet politikalarında nelerin değişip dönüştüğü çok güzel ifade edilmiş. Madde kullanımının nasıl farklı alan ve gruplarda kullanıldığını çok çarpıcı örneklerle dile getiren Ögel’in özellikle bir örneğini alıntılamak istiyorum: “Bir asker, cepheden ailesine yazdığı mektupta ‘Lütfen bana metamfetamin gönderin" diye yalvarıyordu. Bunu mektuplarında da tekrarladı. Bu asker 1972 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Heinrich Boll.” Okurken durup durup düşündüğüm ve ülkeler bazında nelerin yaşandığına şaşırdığım bir kitap oldu elimdeki. Türkiye’de çalışma alanını büyük ağırlıkta bu konuya ayıran Ögel’in verdiği her bir örnek diğerinden ilginç ve okuru şaşırtan özellikte. Savaş ve doğal afetler gibi durumlarda insanların acıdan kaçınma eğiliminin fazlalığı nedeniyle bağımlı olma potansiyelinin arttığına dikkat çeken Ögel; yine ergenlik döneminde de bu riskin arttığını belirtiyor. Ayrıca 18 yaş altı gençlerde uyuşturucu kullanımında ciddi ölümler yaşandığının da altını çiziyor. Madde kullanımının sadece dünyada değil, aynı zamanda ülkemizde de nasıl bir seyir izlediği, alanda yapılan çalışmalar ve daha fazlası var bu kitapta. Dolayısıyla farklı alanlardan okura açık bir yanı da var. İtiraf edeyim daha önce bağımlılık konusunu böylesine derinlikli izleyen bir çalışma ile karşılaşmamıştım. Bağımlılık konusunu her yönüyle ve derinlemesine inceleyen ve konunun asla sadece irade meselesi ile açıklanamayacağını belirten Ögel bunun bir hastalık olduğunun altını çizmekte. Bunu da detaylarıyla açıklamaktadır. Beyinde gelişen ve farkedilen nörokimyasal ve nörofizyolojik değişimleri ve bununla beraber bir davranış biçimi hastalığı olarak ifade ettiği bağımlılık ile ilgili bu kitabı bir tarih okuması olarak da okuyabilirsiniz.

İkinci kitabı da zaten adından da anlaşılacağı gibi aileler için bir rehber kitap. Bağımlı olmadan önce alınması gereken tedbirlerden itibaren yaşanan tüm süreçler aşamalı olarak aktarılmış. Öyle ki ailelerin nelerle karşılaşacağı, bağımlının hangi yollara başvurabileceği de detaylıca aktarılmış. Uzun süre bağımlılık merkezlerinde görev yapan ve dolayısıyla çok fazla vaka ile karşılaşan Ögel’in bu çalışması iyi bir rehber niteliğinde. Bağımlılık sorununun yasaklarla çözülemeyeceğini yine örneklerle açıklayan Ögel, neler yapılması gerektiğini, aile içi iletişimin önemini bir kez daha belirtiyor. Özellikle ergenlik döneminde değişen dengelere dikkat çeken Ögel, bu dönemde ergenin yoğun bir itiraz ve isyan döneminde olduğunu ve bunu genellikle anne ve babaya karşı yürüttüğünü ifade ediyor. Bağımlılık meselesinde en önemli konunun inkardan vazgeçmek olduğu kısmı önemliydi ve bu konuda aileleri de uyarıyor yazar. Kişinin kendisinin inkar etmesi ve bağımlılık ile yüzleşip onu kabul etmemesi, ailesinin inkar etmesi şeklinde devam eden sürecin aslında durumu daha da zorlaştırdığını belirten yazar, bunun nedenlerini de açıklıyor. Kişi ve ailesi bağımlılığı kabul etmekle beraber büyük bir değişim için de adım atmak zorundalar ve bu değişim kolay olmayabiliyor. Bu nedenle inkar daha kolay ve basit bir kaçış yolu olarak ama sadece sorunu büyüten bir yan olarak duruyor. Bir şekilde madde ile sorunu olan kişilerin yaşam şekillerini değiştirmeleri ve bununla ilgili gerekli destekleri almaları gereğinin altını çizen yazar, çok sayıda örnek ile süreç hakkında bilgiler veriyor. Ögel konuya o kadar hakim ki, her yönüyle bağımlılık konusuna yaklaşınca eleştirel medya okur yazarlığına kadar gidiyor. Çocukların kendilerine sunulanı kendi eleştiren süzgeçlerinden geçirebilmeleri ve erken yaşlardan itibaren konu hakkında yeterli bilgi ile donatılmalarının ilerleyen dönemlerde karşılaşacakları riskleri bertaraf edeceğini ifade eden Ögel’in bu söyledikleri oldukça önemliydi. Örneğin madde ile ilgili konular ve sağlıklı yaşam konusunun 9 yaşlardan itibaren çocukların anlayabileceği şekilde ailelerce aktarılmasının yerinde olacağını belirten Ögel, ergenlik döneminin bunun aktarımı için geç bir dönem olduğunu belirtmesi önemli bir uyarıydı. Genetik aktarım, ailelerin tutumu, arkadaş çevresi, kişinin içinde bulunduğu durum gibi birçok bileşeni var konunun. Tüm bunlarla birlikte bir şekilde çocuğunun madde kullandığını fark eden ailelerin hangi duyguları yaşadığı ve hangi tepkileri verdiğini de aktaran Ögel, oldukça faydalı bir kaynakla okuru başbaşa bırakıyor. Kısacası elimizin altında bu konuda bir derya bir deniz kaynak var ve bunun da ötesinde tedavi sürecinde yaşananlar da aktarılıyor. Ayrıca kitabın arka kısmında ve ara ara bazı bölümlerde destek grupları da veriliyor. Dolayısıyla bu konunun böyle etraflıca ele alınması kadar, alanda çalışanların artması ve yardım alınabilecek işinin uzmanlarının olması rahatlatıcı bir şey. Son olarak bu meselenin tüm aileyi etkilediği bir gerçek ve bu nedenle konunun detaylıca hele de bizim gibi toplumlarda daha fazla bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Sadece anne ve babaların değil, hemen herkesin alıp okuması ve konu ile ilgili farkındalığının artmasının tam da yazarın yapmaya çalıştığı gibi aslında koruyucu tedbirler kapsamında değerlendirilmesinin doğru olduğu kanaatindeyim. Daha sağlıklı ve mutlu bir gelecek için bu iki kitabın bendeki etkisini yazmayı tam da bu nedenle istedim.

Yazının Devamı

Gökte Bir Tekne

Elime aldığımdan beri etkisini üzerimde taşıdığım kitaplardan bir tanesi daha. Can Çocuk Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın yazarı ve çizeri Quentin Blake. Türkçe’ye çeviren de Emrah İmre. Yazar ve çizer birlikteliğini hep sevmişimdir. Yazıdan sıkılınca çizime, çizimden sıkılınca söze veriyor istediği duyguyu ve böylece sürekli el değiştiriyor bu ikili. Arada asla kopukluk görmüyorsunuz ve bu da okur ayrı bir tad bırakıyor size. Bu kitapta bundan da öte kocaman bir emek var. Quentin Blake farklı coğrafyalarda yaşayan toplamda 1800 çocukla hümanizm üzerine sohbetler kuruyor. Onlarla pek çok yol ile fikir alışverişinde bulunuyor ve birarada yaşamanın nasıl mümkün olabileceği üzerine düşünüyor. Bunu yaparken de kendisine Geneviève Roy ve LSA -17 adındaki çocuk edebiyatı grubu destek oluyor. Yani elimizdeki kitap aslında bir projenin çıktısı diye de okunabilir. Daha da merak uyandırıcı değil mi sizce de?

Isabella ve Nicolas adındaki iki arkadaş kumsalda yürüyüş yaparken harap olmuş bir tekne buluyorlar ve onu tamir ediyorlar. Macera işte tam böyle başlıyor aslında. Bu güzel ikili havalanan tekneleri ile dünyanın farklı yerlerinde yardıma muhtaç kişileri görüp onları alıyorlar teknelerine. Hafif masalsı bir yanı var kitabın. Bendeki etkisi biraz da böyleydi. Başka bir yönüyle de Nuh’un Gemisi’ne benzettim. Bir yaşam tarihi hikayesiydi ama sadece insanlık için değil. Çünkü yaralı leyleği de alıyorlar tekneye, savaşta zor durumda kalan anne ve bebeğini de. Yine şehir hayatının getirdiği olumsuz hava koşullarında nefes alamayan bir çocuğu da alıyorlar mesela. Ayrıca fiziksel görüntüsü nedeniyle ötelenen ve zorbalığa maruz kalan kız çocuğunu da alıyorlar. Kocaman ve oldukça şefkat dolu bir tekne bu. Okurken projeye dahil olan her bir çocuğun nasıl da hayatından izler görüyorsunuz bir bilseniz. Çok etkileyici ve resimleriyle güzel ilerleyen bir kitaptı elimdeki.

Bunca canlıyı nereye götürüyor peki bu tekne ve çocuklar? İşte bu da ayrı bir güzellik. Okur olarak bizleri de ters köşeye düşürüyor yazar. Çünkü görüntü olarak zorbalığa uğrayan kızın anneannesini görünce önce azıcık çekiniyorsunuz. Sonra onun da aslında nasıl güzel bir yardımsever olduğunu görüyorsunuz. Meğer burası aslında tüm ötekileştirilenlerin sığınağıymış. Bu anneanne de onları beslemekle ve yardımcı olmakla görev almış, çünkü tekneden ilk inenlerden birisiymiş. Beraberce yenilen yemek ve geçirilen vakit sonrasında tekne yeniden göreve gitmek üzere hazır hale getiriliyor ve zarar gören kısımları onarılıyor. Böyle hızlıca anlattığıma bakmayın, her sayfa ayrı bir şenlik havası. Bazı bölümlerde içiniz sızlıyor ama başta da söylediğim gibi bir umut da bırakıyor okur olarak bizlere. Çocuk edebiyatında hayata dair hemen her konunun işlenebileceği ve bunu yaparken nasıl ustalıkla yol alınabileceğini gösteren bir kitap elimdeki aynı zamanda. Madem hepimiz küresel köydeyiz, o zaman bu değerli ve yoğun emek içeren kitap hiç de uzak değil farklı coğrafyalarda yaşayan çocuklara ve okur olarak bizlere. Hem sıcacık bir sevgi yumağı da sarıyor sizi ve bence bu harika bir duygu.

Yazının Devamı

Mucize Kasabası

Mavisel Yener’in kalemi yine güzel bir seri için harekete geçmiş. Karşımızda bu defa Mucize Kasabası var. Kalemini zaten sevdiğim bir yazar ve bu sefer de severek okuduğum kitaplarla sarıp sarmalıyor okur olarak beni. Seriye Bahar Ünlüer çizimleriyle katılıyor. Leyla ile Leya, Uçan Kitaplık, Ejderha Semercisi isimli kitapların her biri ayrı güzel. Bilgi Yayınevi Çocuk Kitaplığı tarafından basımı yapılan seride birbirinden farklı konular iğne oyası gibi işleniyor.

Mavisel Yener yılların birikimi ile çocuklara aktarmak istediklerini ince ince ve onlara yakın bir dil ile sunuyor. İlk kitapta Leyla adlı kız çocuğu tekneden gelen mültecilerle başlıyor macerasına. Bu teknede boğulmasın diye korunan bir kedi var ve o kedi Leyla ile konuşuyor. Adını Leya koydukları kedi ile başlayan sıcacık bir dostluk hikayesi eşlik ediyor okur olarak bizlere. Usul usul akıyor sonra sayfalar. İki tür arasındaki ilişki ile iki kültür arasındaki ilişkiye bağlanıyoruz. Mavisel Yener ustalıkla oynatıyor kalemini her defasında. Göç ve göçmenlik kadar ötekileştirmeyi de oldukça güzel bir örnek üzerinden veriyor okura.

İkinci kitapta ise okuma kültürü üzerinden maceralara dalıyoruz Leyla ve Leya ile. Bunlara eşlik eden ve balonuyla Leyla’ların bahçesine gelen yaşlı ve bilge amca var elbette. Bir de uçan balonun aslında kocaman bir kütüphane olduğunu görmek harikaydı doğrusu. Merak ve okuma kadar paylaşmak ve dönüştürmek gibi konular da bu bölümde ele alınıyor. İyiliğin bulaşıcı olması gibi iyi olan da dolaşıma giriyor yani kısacası.

Yazının Devamı

Dahiler Sınıfı, Steve Jobs: Bilgisayara Can Veren Adam

Bu seriyi daha önce duymuştum ama ilk kez bir tanesini okudum. Steve Jobs ile ilgili olanı. Teknolojiyi araçsal olarak kullanma yanlısı olarak açıkçası Steve Jobs hakkında da pek bilgim yoktu. Ama kitabı çok büyük bir merakla takip ettim. Dahi olmasının yanında buna eşlik eden çokça sorunu da var aslında Jobs’un. Pierdomenico Baccalario tarafından yazılan ve Giuseppe Ferrario’nun resimlediği kitabı Türkçe’ye Kemal Atakay çeviriyor. Seri 9 yaş üstü olarak sunulmuş ama bence tüm meraklılar için uygun bir kitap. Domingo Yayınları’nın basımını üstlendiği kitap pek çok kişinin hayatına götürüyor okuru. Bunlar arasında Einstein, Leonardo da Vinci, Marie Curie, Mozart, Frida Kahlo gibi isimler var. Açıkçası serinin diğer bölümlerini de merak ediyorum ve galiba hepsini alacağım.

Edebiyat açısından yerini tartışmak yerine hevesle ve merakla okunan, tarihte önemli başarılara imza atmış kişiler hakkında, sade bir dil ile yazılan kitaplar olarak baktığımda oldukça başarılı bulduğumu belirtmem gerekiyor. Çeviri de sanırım bu başarıda önemli bir payı hak ediyor. Bir insanı sadece idealize etmek yerine; onu tüm yönleriyle ele alan bir kitap var elimde. Bir yandan dahi olduğu ortada olan bir insan ama diğer yandan onun sosyal yönden eksikleri ve hayatta ıskaladıkları da yer alıyor kitapta. Bu bence oldukça iyi bir yaklaşım. Örneğin dâhilerin sosyal yaşamda karşılaştığı sorunlarla ilgili neler yapılabileceğini de tartışmaya açabilir işin uzmanlarınca. Jobs’un tüm dünyaya adını yazarken babalığında sorun yaşaması ve çocuklarını ihmal etmesi veya bazı noktalarda çevresindekilere ve çalışanlarına hayatı zorlaştırması belki de sonrakiler için bir ipucu verebilir. Elbette bunu mükemmel insan oluşması anlamında değil, sadece dahiliğin zorluğunu görmek ve anlamak için okuyabilir bu tarz çocuk büyütenler. Steve Jobs hayata zorlu bir yerden başlıyor; evlatlık alınıyor ama aile onun için fedakarca bir yaşam sürüyor. Ona ellerinden geldiğince her konuda destek oluyor. Hindistan’a giden ve kendine dair arayışlarını sürdüren Jobs’un yaşamı sahiden sıradışı. İş görüşmelerine giderken ki hali ve daha da ötesi başarıları. Apple ile büyüyen ün ve devamında tüm dünyanın kullandığı telefonlara kadar buluşlara imza atan Jobs’un yaşamı aslında tarihsel bir süreci de sunuyor okuyucuya.

Teknolojinin büyük bir hızla ilerlediği ve bizleri de dönüştürdüğü bir gerçek. Daha geçtiğimiz hafta bir gazetede clubhouse kavramını ve ne olduğunu öğrendim. Yeni sohbet odaları olarak tanımlayacağımız bu kavram kısa bir süre sonra bizleri başka mecralara sürükleyecek gibi duruyor şimdiden. Evimizde telefonun olmadığı zamanlarda haftada bir gün annemle postaneye gider ve aranması gerekenleri arardık. Sonra evimize ilk kez telefonun bağlandığı zamanı anımsıyorum. İlk cep telefonun çıktığı zamanlar ve ilk dizüstü bilgisayarımı 2007 yılında aldığımı da. Kısacası şimdiki çocuklara anlatsanız milattan önceden bahsediyor gibi oluruz. İşte elimdeki kitap ile ben de o yolculuğa çıktım sanki. Bilgisayarlar, telefonlar, görüntülü konuşmalar, zoomlar ve şimdi clubhouselar. Sonraki aşamada neler olacağını bilemiyoruz elbette ama sanırım manevi açıdan doyurulmuş olmak veya en azından hayattan beklentilerimizi kavrayabilmek önemli. Bunca başarı yanında eksik olan yanlar can acıtıyor açıkçası okurken. Bir de bilmeyenler ve hala kavrayamayanlar için başarı ve paranın asla bir insan hayatında tek başına mutlu olmaya yetmeyeceğini göstermesi de önemli. Bir okur olarak, hem başarı hikayesi, hem de hayatımızda eksik kalanları izledim bu kişi özelinde. Aynı zamanda çocuk büyüten herkesin okurken farklı şeyler düşüneceğine eminim. Ben sadece bende kalanları kısaca aktarmak istedim ama sabah sabah ailedeki herkese kitaptan bir sürü bölüm anlattığımı da itiraf etmeliyim.

Yazının Devamı