Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Bayan Kaz ve Çikolatalı Pasta

Lucia Salemi’nin kaleminden çıkan ve Tülin Sadıkoğlu’nun Türkçe’ye çevirdiği Bayan Kaz ve Çikolatalı Pasta kitabı oldukça keyifli bir okuma. İlk okuma kitapları arasında yer alan kitaptaki Kaz güzel bir pasta yapıyor ama pasta aniden ortadan kayboluyor. Böylece macera başlıyor, yerde bulunan ayak izlerini takip ile başlıyor kitaptaki keyifli yolculuk. Pastadan izlerin peşine düşen Kaz, etrafındaki herkesi sorguya çekiyor.

Yorulan, arkadaşlarını pastasını almakla suçladığı için üzülen Kaz bir türlü doğru cevaba ulaşamıyor. Okur olarak biz de, onun peşinden gidip, Kurba adındaki kurbağa, Paskal adındaki domuz, Kanca adındaki zürafa, Dante adındaki fil, Beo adındaki fare, Mirpi adındaki kirpiyi ve onların ayak izlerini takip ediyoruz. Ama tahmin edileceği gibi bunlardan hiçbiri pastayı alan değil. Kaz, hem nazikçe soruyor, hem de sorduğu herkesi akşama evinde vereceği partiye davet ediyor. Acaba bu parti kimin için düzenleniyor diye sonuna kadar merakla takip ediyoruz kitabı.

Nihayet pastayı alıp yiyen ve yerde ayak izleri bırakan kişiyi buluyor Kaz ve onu akşamki parti için kendisine yardım etmek için çekiyor yanına. Misket adındaki kedi tüm pastayı yediği için suçlu kişi ve yardım konusunda elinden geleni yapıyor; böylece ortaya eskisinden daha güzel bir pasta çıkıyor. Kitabın sonunda anlıyoruz ki parti aslında Misket’in doğum günü içinmiş ve Kaz onu düşünerek ilk pastayı yapmış. Herkes yaramaz Misket’i hem tebrik ediyor, hem de kulağını çekiyor. Eğlenceli, komik ve resimleriyle birlikte keyifli bir yolculuk Bayan Kaz ve Çikolatalı Pasta; ayrıca iştah kabartıcı diye de itiraf etmeliyim. Tam bir Pazar gününe, çay veya kahvenin yanına gidecek bir pasta var çünkü finalde. Benden söylemesi.

Yazının Devamı

Sarılalım mı?

Sarılmanın insana iyi geldiğine dair pek çok açıklama var. Çocuklar için ebeveynlerinden ve sevdiklerinden gelen olumlu sarılmalar da onlar için gereklidir diyor çocukla ilgili çalışanlar. Bugünkü yazıya konu olan kitabımız da küçük bir kaktüsün sarılmayı istemesinden kaynaklanıyor. Çok sevimli, küçük bir kaktüs olan Ponçik sevildiğini hissetmek istiyor sadece. Taze Kitap basımı üslenmiş ve Simona Ciraolo yazmış. Türkçe’ye çeviren de Zeynep Sevde.

Her açıdan iyi bir aileye doğduğunu düşünen kahramanımızın ihtiyacı olan şey birinin ona sarılması, kucaklaması ama bunu aile bireyleri pek sevmiyor. İlişkilerini daha mesafeli yaşamayı tercih ediyorlar ve Ponçik de bu durumdan rahatsız. Okuduğumuz her kitap bizde farklı çağrışımlara sebep olur ve alımlama denilen şey de aslında böyle bir şeydir. Ortaya konulan şeye verdiğimiz tepkilerin toplamıdır işte. Ben okurken çocuklarına mesafeli davranan babalar geldi aklıma. Neden baba diyorum; çünkü bu toplumda bir dönem babaların çocuklarına mesafeli olmaları bir otorite aracı gibi algılanmıştı. Hatta annelerin de. Bir çeşit disiplin ve yüzgöz olmama hali gibiydi. Garip bir algı ile, sevilen çocuğun şımaracağı ve kural tanımayacağı söyleniyordu. Hatta bazı çocuk kitaplarında da ebeveynlerinin kendilerini sevdiğini anlamaları bekleniyor çocuklardan. Oysa bence, çocuk bunu anlamak için çabalamak yerine, o sevgiyi doyasıya yaşayabilmeli. Yani bir eşya veya davranış üzerinden değil de, gerektiğinde o sevgiyi bir sarılmayla da hissedebilmeli. Son dönem ebeveynlerinde sanırım durum değişti biraz daha ve çocuklarıyla ilgilenen büyükler sevgilerini sözcüklerle, davranışlarıyla, öpücüklerle ve sarılmalarla gösterebiliyor. Elbette tüm bu söylediklerimde olumlu olan tarafıyla konuyu ele alıyorum, yani çocuk istemediği halde onu sevmeye çalışmaktan bahsetmiyorum, tutup zorla öpmeye çalışmaktan da bahsetmiyorum. Sadece, tıpkı bu kitapta bahsedildiği gibi bir ihtiyaç ve büyümede gerekli olduğu kısmıyla bahsediyorum. Ponçik sevildiğini hissedebilmek için bu sarılmaya ihtiyaç duyuyor ve bunu ailesinde göremediği için dışarıda arıyor. Hadi bakalım geldi mi size de çağrışımlar. Ponçik için hoş olmayan anılar kalıyor geriye. Bir balona sarılan Ponçik dikenlerinin balona batması ve balonun patlamasıyla suçlu ilan ediliyor ve herkes tarafından dışlanıyor. Bir sayfada “Ve bu haldeyken bile ailesinden kimse onu kucaklamıyordu. Biri sarılsaydı kendini çok iyi hissedecekti halbuki” cümleleri geliyor. Ben bu satırları yazarken parkta oynayan Şakir’in (bizim evin 3,5 yaşındaki ufaklığı) yanına gidip ona sarılmış mıyımdır sizce? Evet evet kesinlikle yaptım ve sanki elimdeki kitabın kahramanına sarılmışım gibi hissettim. Neyse kitaba geri dönecek olursak, resimler oldukça iyi ve anlatımı destekler tarzda. Zaten resimli kitaplarda resim, metinden daha çok şey anlatır bence ve daha etkilidir izleyicide, dinleyici de.

Kitabımızdaki ana karakter Ponçik’in başına gelenler, onun yalnızlığı ve bocalaması sonrasında kendisiyle benzer ihtiyaçta olan birini bulması ile tatlı bir son bekliyor okur olarak bizleri. Ayrıca yine biz büyüklere çocuk dünyasını daha fazla anlama niyeti bırakıyor. Belki de son olarak sevdiklerimize, değer verdiklerimize sarılmanın ağrıları azalttığı, mutluluğu arttırdığı da ortadayken, fiziksel olarak olamasa da bir şekilde onlara sevgimizi hissettirebilmemiz için çağrı yapıyordur. Ben mesela bu yazıyla sarılıyorum çocuktan yana tavır koyan herkese.

Yazının Devamı

Renklerini Yeniden Kazananlar

Geçtiğimiz hafta Kocaeli Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bölümü Öğretim Üyelerinden Dr. Öğr. Üyesi Ömer Kardaş ile bağımlılık konusunu ele aldığımız bir söyleşi gerçekleştirdik. O söyleşi esnasında Ömer hoca benim “umut” aşılamak için tedavi sürecindeki olumlu gelimeler ve hikayelerden bahsetmesini istemem üzerine bu kitabı gösterdi. Yeşilay Danışmanlık Merkezi, kısa adıyla YEDAM tarafından hazırlanan bu kitap 19 tane bağımlının hayatını ve tedavi süreçlerini, onların ağzından kaleme alıyordu. Söyleşi biter bitmez, bu kitabı okumak istediğimi söylediğim Ömer hoca hemen kitabı bana verdi. Her hikayede ayrı duygular içinde kıvrandım gerçekten. Birinde evladını bağımlılıktan kurtarmak için çırpınan babanın hikayesi, diğerinde iki evladı ve eşi madde bağımlısı olan bir kadınının yaşadıkları konu alınıyordu. Bir başkasında babasının kaybından sonra aslında yasını tamamlayamayan bir ergenin kendisini içinde bulduğu bataklığı dinliyordum onun cümleleri ile. Kısacası bağımlılık meselesinin asla sadece bağımlının kendisini etkilemediği, tüm aileyi farklı şekillerde aynı bataklığa çektiğini gösteriyordu hikayeler.

Bir başka hikayede ise kendimi hem anne, hem de eş olan bir kadınla empati kurarken yakaladım. Zor konular ama üzerine daha fazla konuşup, yazılması ve düşünülmesi gereken de konular diye düşünüyorum. Tam da bu nedenle kitaptan bana kalan duyguların bu yazıyla okuyanlara da ulaşmasına niyetlendim. Tedavi yolları nasıldır, neler yapılır, zorluğu veya kolaylığı nedir, aileler nasıl etkilenir ve nasıl destek verilir gibi çoğu soruyu Dr. Öğr. Üyesi Ömer Kardaş ile söyleşide konuştuk ama bu kitapta bağımlıları ve ailelerini dinlemek konuşulanları tamamlayan bir etki yarattı bende. Böyle bir merkezin olduğunu bilmiyordum açıkçası. Yeşilay’ı biliyorum elbette, AMATEM gibi bağımlılıkla ilgili tedavi merkezlerini de biliyordum ama YEDAM’ı ilk kez duydum. Kitapta yazılanlar ile ilgili sonrasında konuştuğum Ömer hocaya “Sahiden bu kadar ilgili ve nazik mi bu kurumda çalışanlar? Bir ara okurken acaba diye düşündüm hocam?” dedim ama hoca yazılanlar gibi olduğunu söyledi. Uzmanlık tezini de bu alanda yapan hocanın merkezle de bağı vardı zaten. Sevindim bu açıklamaya doğrusu. Her birimiz farklı açılardan her şeye potansiyeliz ne de olsa. Kendimiz değilse de sevdiklerimiz, aile bireylerimiz veya tanıdıklarımız üzerinden her şeye potansiyeliz. Tam da bu nedenle bilmek, okumak, öğrenmek ve bunları paylaşmak gereğini duyuyorum.

Kitapta 19 kişinin bağımlılık ve tedavi sürecinden bahsediliyor gibi duruyorsa da aslında 19 aile var her hikayede. Maddi ve manevi kayıplar var, bedensel ve ruhsal kayıplar var hepsinden öte. Bununla beraber bağımlılık tedavisi ile yeniden hayata tutunan insanlar ve onlarla beraber bataklıktan çıkanlar var. Yeniden doğum yani bir başka ifade ile. Doğum; hem bağımlı olan kişi, hem de onun hayatındaki tüm sevenleri için gerçekleşiyor. Başta da söyledim, şimdi yinelemek istiyorum, herkes için zor süreçler, bununla beraber tedavisinin olduğunu bilmek, hastalığı kabul etmek ve onunla mücadele etmek çok önemli. “Hastalık” olarak tanımlamanın da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü kişi veya ilesi bunu kabul etmeden, sonraki aşamaya geçilemiyor zaten. Komple bir yaşam şekli değişiyor ve buna, bağımlı ile beraber aile bireyleri de dahil oluyor. Kitaptaki hemen her hikayede YEDAM yetkilileri bağımlı ile tedaviye başladıklarında aile bireylerini de ziyaret ediyor veya iletişime geçiyor. Onları hem hastalık hakkında bilgilendiriyor, hem de bağımlıya nasıl destek olacakları konusunda uyarıyor. Kitabı bitirdikten sonra kişinin kendisini tanıması, çevresini iyi seçebilmesi, kendisini sevmesi ve değer vermesi, sevdiklerinin iyi olma halinin kendisine iyi geldiği gibi, kendi iyilik halinin de onlara iyi geldiğini bilmesinin nasıl da önemli olduğunu düşündüm. Bununla beraber kendisindeki duyguları farkına varmak da ayrıca çok önemli galiba. Belki duygular tam olarak yaşanamadığı için insanlar daha fazla sorun yaşıyor. Hayatın her koşulda güzel olduğu, zorluğu ile uğraşırken iyi olanları daha fazla görmek ve onlara tutunmak gereği bir kez daha beliriyor her bir hikayede. Renkleri solan kişilerin yeniden renklerine kavuştuğunu okuduğum bu kitabın bağımlı olanlar ve aileleri için de umut olmasını diliyorum.

Yazının Devamı

Çilli Begonya

Resimleriyle kendisine çeken bir kitap Çilli Begonya. Konusu ve kurgusu da güzel ama resimler ve resimlerdeki ana karakter çok sevimli. Duyguları her bir çizgi ile okuyucuya geçen sayfalar eşlik edi<yor okur olarak bana. Julianne Moore yazmış ve LeUyen Pham resimlemiş. Nurten Hatırnaz’ın çevirisini yaptığı kitabı Bilge Kültür Sanat basıyor ve bizlerle buluşturuyor. Akıcı ve sade bir dili var yazarın. Çilleri olan ve bu durumda zorluk yaşayan, zorbalığa uğrayan bir kız çocuğunun duygusal olarak büyüme süreci var karşımızda.

Çocuk dünyası bazen acımasız olabiliyor. Bu kitaptaki kız çocuğunun arkadaşları da acımasız olabiliyor. Çilleri ile dalga geçiyorlar ve çeşitli şakalarla onun bu yönüyle barışmasını engelliyorlar. Bu duruma üzülen ana karakter ise onlara belli etmemeye çalışsa da bu halini beğenmiyor. Çillerinden kurtulmak için bazı yöntemlere başvuruyor ama bunlar işe yaramıyor. Zaman içinde hem kendisiyle sorun yaşıyor, hem de çevresinden uzaklaşıyor. Okula gitmek istemiyor ve kimseye görünmek. Kafasına geçirdiği ve her yerini kapatan bir maske ile dolaşmaya başlıyor. Sonunda yine bir bebeğin yardımı ile bu zor ve rahatsız edici şeyden kurtuluyor. Çünkü bebek çillere gülüyor ve onları sevimli buluyor. Bu durumu garipseyen kız çocuğu o esnada kendisini özleyen arkadaşlarını görüyor ve “Seni çok özledik, Çilli Begonya” sözleri ile üzüntüsünü geride bırakıyor. Onlar tarafından kabul görmesi ve sevilmesi onu mutlu ettiği gibi okur olarak bizlere de çok şey söylüyor aslında. Ötekileştirmenin nasıl zorlayıcı ve olumsuz sonuçlara gebe olduğunu söylüyor mesela. Sevgisizliğin üzüntüyle beraber harmanlandığını. Ayrıca kişinin zorbalığa uğradığında bununla nasıl baş etmesi gerektiğini de. Çocukların farkında olarak veya olmayarak “farklılıkları” vurgulamaları veya onlara saygı duyması çok büyük etki yaratıyor. Kitaptaki zorluğu biz, çilli kız üzerinden duyuyoruz. Yani buna maruz kalan kişiden görüyoruz yıkıcı etkisini. Dolayısıyla diğer kısımlar boş kalıyor. Yine de konuyu konuşabilmek, yanımızdaki minik dinleyicilerle bu konuda bir şeyler yapabilmek için iyi bir örnek oluşturuyor.

Çocuk edebiyatı hayata dair hemen her şeyi çocuklarla konuşabilmek için bizlere sonsuz alan sağlıyor. Özellikle eğitimciler ve ebeveynler bu alanı çok verimli kullanabilir. Kitabı tümüyle beğenip beğenmemek veya kısmen beğenmek bir yana; o konu her ne ise, onun üzerine düşünmek, o konuyu tartışmaya açmak ve eleştirel okumayı geliştirmek harika bir şey. Bunu yapan eğitimcileri görmek beni mutlu ediyor. Bu bağlamda gönlümden geçen, özellikle okul öncesi ve sınıf öğretmenlerinin bu alana daha duyarlı ve ilgili olmaları ve elbette ilk olarak ebeveynlerin. Bu şekilde ötekileştirme, zorbalık, farklılıklara saygı, empati ve daha birçok kavram hakkında çocuklarla konuşabiliriz. Onlara bu büyülü dünyanın kapılarını açarak dünyanın bizden ibaret olmadığını, sayısız kişi, farklılık ve konu ile hayatın nasıl da güzel olduğunu gösterebiliriz. Olumsuzluklara karşı aşılama sağlanabilir belki ve böylece hem onlara daha dirençli hale gelebilirler, hem de bunlarla nasıl baş edeceklerini görebilirler. Ayrıca kendilerini tanımak, duygularını bilmek anlamında da çok kıymetli bir yol. O yola hem yetişkin olarak kendimiz için, hem de ilişkide bulunduğumuz çocuklar için girilmez mi sizce de? Ben içinde olduğum için çok mutluyum diye bitireyim, sorunun cevabı sizlere kalsın o zaman.

Yazının Devamı

Tüm Soruların Cevabı Bende

Fom Kitap tarafından basımı yapılan ve Züleyha Ersingün’ün yazdığı “Tüm Soruların Cevabı Bende” kitabı sıcacık duygular bıraktı okur olarak bende. Mavisu Demirağ’ın çizimleriyle bütünlük kazanan kitapta arkadaşlık, dostluk, dayanışma, macera, doğa, dostluk, mahalle kültürü ve daha birçok şey var. En güzeli de torun ve babaanne sevgisinin doğa üzerinden anlatımı var. Soru soran, merak eden, araştıran çocuklar var hepsinden kıymetlisi ve güzeli. İşte o çocukların maceraları okur olarak sizi de sarıp sarmalıyor.

Taylan adındaki çocuk, ana kahramanımız ve vefat eden babaannesinin yerine eski bir konağın bahçesindeki manolya ağacını koyuyor dedesiyle birlikte. İçinde, İstanbul olan kitaplardan ayrıca elimdeki. İstanbul sevdalılarını az çok tanıyorum ve oldukça haklı yanları var ama bir yanım da keşke tüm özel ve güzel yerler bu kitaptaki konak gibi şanslı olsa diye geçiriyorum aklımdan. Ayrıca İstanbul sevdalıları kızmazsa ben de İzmir sevdalısıyım zaten. Neyse bu küçük ayrıntıyı bırakırsak yazarın da ifade etmeye ve bizlere hatırlatmaya çabaladığı şey; aslında güzel ve kıymetli olanın paraya ve hırsa karşı yenik düşme ihtimali. Mahalle kültürü, insanların birbirini tanıdığı, selamlaştığı, çocukların beraberce oynayabildikleri ve özgürce dolaştıkları sokaklar var kitapta. Kendi çocukluğuma gittim ve bu kültürü yaşamış olmakla nasıl da şanslı bir çocukluk geçirdiğimi düşündüm sayfalarda gezerken. Galiba kitapta bahsi geçen, kaybolan kültürel mirasa dair çağrışımları çekti beni en çok da. Torun ve babaanne arasındaki ince ve güzel bağ üzerinden anlatılan hikaye oldukça akıcı ve okuması keyifli. Taylan soruları çok olan ve hatta zaman zaman bu sorularla etrafındaki yetişkinleri yoran (!) bir çocuk. Araştırmayı seven Ayşe’nin mahalleye gelmesiyle güzel bir arkadaşlık da başlıyor ve sıradan olanın dışındaki ilişki ağları okur olarak bizleri çekiyor metne. Sorularına yanıtlar arayan ikili bilemedikleri yanıtlar için bolca araştırma yapıp detaylara dalıyorlar. Karşılarındaki en temel mesele ise, eski konağın satılacak olması ve yerine iş merkezinin yapılacağına dair söylentiler.

Her çocuğun hayatında ona dokunan birileri oluyor. Taylan’da da ona en çok dokunan ve sorularıyla mutlu olan kişilerden birisi dayısı. İşte aslında o eski konağı da Taylan’ın dayısının bir Yunan arkadaşı alıyor ve macera başlıyor. Anlatılar üzerinden Taylan’ı, mahalleyi ve İstanbul’u bilen yeni ev sahibi çocuklara bir oyun oynuyor. Leander adındaki yeni ev sahibinin ailesi aslında eski İstanbullulardan. Dolayısıyla anlatıların kendisini sardığı kişi bir şekilde hafızasındakilerin peşine düşüyor. Güzel bir kararla da, bu konağı aslına uygun olarak restore etme kararı alıyor. Böylece o konağın bahçesinde sayısız anısı olan çocuklar için de mutluluk zilleri çalıyor. Özellikle de manolya ağacının içinde olduğu bahçenin bozulmayacağını duyan Taylan için. Çok fazla şey geçiyor her sayfada aklımdan. Çocukluğunu bahçeli bir evde geçirmiş ve benzer şekilde sayısız anı biriktirmiş birisi olarak çok iyi biliyorum o bahçelerin insanı ve hayal dünyasını nasıl beslediğini. Aradan yıllar geçse de ansızın yolumu çocukluğumun geçtiği o eve ve sokaklara düşürebiliyorum hala. Geçtiğimiz gün aynı binada çokça çocukluk anısını birleştirdiğimiz ve bir aile gibi olduğumuz komşularımızdan birisi yine gitti o mahalleye ve resimler yolladı. İki tane çok güzel kavak ağacının olduğu yerde kocaman bir apartman resmi görünce duraladım hemen ve artık o ağaçları hafızamda ve birkaç tane karede göreceğim gerçeğiyle biraz üzüldüm. Tam da Taylan’ın dediği gibi bazen o eski fotoğraflar da aslında bize olanı göstermez. Aslına yakın neyse, ne ile ilişkilendirdiysek işte o besler hayal dünyamızı. Dolayısıyla kitaptaki o manolya ağacının kurtulmuş olması ve aynı yerinde kök salmaya devam edecek olması harika geldi bana. Yine istendiği zaman altında oturup, dallarına bakabilmek ve gölgesinde serinleyebilmek de okur olarak bile içimi açtı. Su gibi akan bir kitap en öz hali ile aslında, bakmayın siz bunca yazdığıma. Yine de insan; kitabın sebep olduğu çağrışımlardan, kişinin kendisinde kalanlardan bahsetmeden geçemiyor işte. Kim bilir başka başka neler bırakacak başka okurlarda.

Yazının Devamı

Mavi Kulübe

Okuması, üzerine düşünmesi ve yazması zor bir kitap Mavi Kulübe. Zorluğu bizlerdeki çağrışımlarında aslında. Yoksa dili, kurgusu ve anlatımı ile oldukça güzel ve ince ince işlenmiş bir kitap var önümüzde. Aile içi şiddet konusunu dramatize etmeden, gereksiz detaylara girmeden, okuru yormadan ama oldukça çarpıcı şekilde sunuyor yazar Susan Kreller. Olcay Geridönmez’in Türkçe’ye çevirdiği kitabın basımını Gingo Çocuk üstlenmiş.

Pandemi ile başlayan süreçte bir kitap kulübüne dahil oldum ve oradaki okuma kitabımızdı Mavi Kulübe. Üzerine konuşmaya başladığımızda herkes zorlandı ve hayattan örnekler sıralandığında ise boğazımız düğümlendi. Bununla birlikte neler yapılabilir, nasıl çözümlenebilir diye düşünceler de eşlik etti bizlere. Uzun yıllar öğretmenlik yapan hocamız Nevzat Süer Sezgin de Mavi Kulübe üzerine konuştuğumuz buluşmaya katıldı ve hem kitabın, hem de yazarın daha fazla okurla buluşması gereğinin altını çizdi. Dolayısıyla konuşulmayanı konuşulur kılmanın da yolunu açtı aslında. Epey bekledim bunun için ama sonunda çalıştığım kurumdaki(Kocaeli Üniversitesi) Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bölümü’nde görevli olan hocamız Prof. Dr. Nursu Çakın Memik ile kitabı konuşup bir adım atmış olduk. Eline verdiğim her kitabı okuyup bizlerle görüşlerini paylaşan hocamıza teşekkür etmem gerekiyor bu anlamda. Kafamdakileri sorabileceğim, çocuk edebiyatını rehber olarak aldığımız söyleşilerde hemen her konuyu konuşulabilir kılmamıza yardımcı olduğu için ve belki de akademinin duvarlarından dışarıya doğru her şeyi paylaşabildiğimiz için güzel bu söyleşiler. İsteyen herkesin erişimine açık olan söyleşilerde çocuğa dair hemen her şey elimizdeki kitaplardan yola çıktığımız sohbete dahil oluyor. Sorunu tanımlamak, atılacak adımları düşünmek ve daha da önemlisi sorun oluşmadan önce yapılabilecekleri paylaşmak oldukça kıymetli ve şimdilik elimizden gelen bu kadarı. Bu kitap yine aynı niyetle bu yazıya konu oluyor. Kitapta annesini arı sokması sonucu ani olarak kaybeden bir kız çocuğu ve onun yasını tamamlayamayan babası var. Baba yasını tamamlayamayıp duygusal olarak kızını ihmal ediyor ve bu küçük kızın yaşamı yazları büyükanne ve dedesinin yaşadığı yerde geçiyor. Yükü zaten ağır olan Maya adındaki kız parkta kendisinden biraz küçük olan iki kardeşle tanışıyor. Onlardaki “farklılığı” hissediyor ama tanımlaması zaman alıyor. Bu iki çocuk oldukça varlıklı bir aileden geliyor ama aile içi şiddetin mağdurları. Maya çocukların vücutlarındaki morlukları görünce önce anlam veremiyor ama yaşadıkları yerdeki herkesin gözünü kulağını kapadığı gerçeği de aralayıp onun peşine düşüyor. Böylece tanık oldukları ve çocukların yaşadıkları Maya’nın ve okur olarak hepimizin karşısında duvar gibi kalıyor. Kendince çözümler bulup bu iki kardeşi baba şiddetinden koruyan Maya’nın adımları ile taşlar yerinden oynuyor ve nispeten olumlu bir son ile karşı karşıya kalıyoruz. Maya’ya inanmayan dede ve babaanne, yıllardır bu şiddeti kabul edemeyen toplum, şiddeti görüp önlemeye çalışan ve bu nedenle zarara uğrayan komşular ve daha da fazlası var kitapta. Maya her şeyi kenara bırakıp travma sonrası stres bozukluğu yaşayan küçük çocuk ve ablası için elinden gelenin fazlasını yapıyor. Üstelik çocuklar onu anlamasalar da. Bu kısmı çok önemliydi. Maya sadece çocukların değil, o kasabada yaşayan herkesin ve okur olarak bizlerin de ezberini bozuyordu kararları ve duygularıyla. Gerçeğin peşine düşmüştü ve gerçek oldukça ağırdı. Vazgeçmemesi ve yalana ortak olmaması ile çocuklar için öncesinden başka bir yaşam başlıyordu son kısımda. Çocukla ilgili olan herkesin okumasını dileğim kitaplardan Mavi Kulübe. Üzerine düşünmek ve belki de yüzleşmek için her şeyle.

Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ydı. Çok sevdiğim ve önemsediğim bir bayram. Çocuğu önceliğe alması, ona kıymet vermesi başka türlü anlatılamazdı galiba bir liderin. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sadece kendi ülkesinde değil tüm dünya çocukları için attığı o adım çok özel, güzel ve önemli. Şimdi bu kitabı da okuduktan sonra “ama” ile başlayan kısma geliyorum. Aynı ülkede ve dünyada çocukların hakların mahrum kalması, çocuk yaşta evlendirilmeleri, savaşlarda esir alınmaları, ailelerini kaybetmeleri, yaşam haklarının alınması ve daha bir sürü şey önümüzdeyken bayram gerçek anlamda tadını veremiyor. Çocuk gelin kavramlarının hala ülkemizde konuşuluyor olması, çocuk işçi kavramının olması kadar ağır elbette, yine çocuk tecavüzleri maalesef insanlığımızı yitirdiğimiz en kötü durumlar. Sağlık ve eğitimlerinin yeterli ve eşit olamaması da ayrı bir başka hak ihlali çocuklar için. Atatürk’ün attığı o büyük ve kıymetli adımın ardından giderken en azından gerçeklerle yüzleşip bu sorunların çözümü için de kararlı adımlar atma zamanı. Mavi Kulübe ve 23 Nisan kutlamaları bu yazıya sebep oldu ama dilerim çok daha umutlu, güzel ve bayram tadında günlerde kutlamalarımızı yaparız çocuklarımızla.

Yazının Devamı

Seni Öyle Çok İstedim Ki…

Kitabın kapağında da yazdığı gibi “Bir Evlat Edinme Hikayesi” anlatılıyor okura Marianne Richmond’un kaleminden. Anya Yayın tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni de Ceyda Yanar. Oldukça sıcak, içten ve samimi bir dil ile kaleme alınıyor hikaye. Küçük bir ayı yavrusu olan Barli’nin kendi geçmişine yolculuğu ve merakı bizleri de heyecanlandırıyor. Annesine sorduğu her soruda aslında varlığından dolayı duyulan mutluluğu arıyor Barli.

Herkesin kendisine ait bir tarihi var ve yaşımız kaç olursa olsun oraya dönüp eşelediğimiz bir şeyler var sanki. Tam da bu nedenle uzmanlar sık sık mutlu geçirilen çocukluğun kıymetinden bahsedip duruyor. Sevilen, duyguları önemsenen çocukların hayata büyük bir artı ile başladığından dem vuruluyor sürekli. Dileğimiz böyle büyüyen çocukların çoğalması. Bu sevgi dolu kitap ise bizlere çocuğunu kalbinde büyüten anneleri anlatıyor. Sevilen, beklenen, sabredilen ve emek harcanan çocukların ve annelerinin hikayesi. Barli, annesine kendisinin o aileye katılma sürecini anlattırmaktan keyif alıyor. Genelde çocuklar bebekliklerinden veya erken çocukluk dönemlerinden bahsedilmesinden hoşlanır. Olayın merkezinde olmak hoş gelir onlara. Barli de öyle. Nasıl büyük bir hevesle beklendiğini, aileye katıldığında nasıl da büyük bir sevinç yaşandığını duymak ona iyi geliyor. Okur olarak bizlere de iyi geliyor. Ayrıca “sıradan” hikayelerin dışındaki başlangıçları sunması da önemli. Bunu yaparken de çocuğun göz hizasından anlatımı da kitabı daha da başarılı kılıyor. Yanımdaki minik dinleyiciler pür dikkat dinlediler ve takip ettiler sayfaları. Barli’nin sevgi dolu ortamda büyümesi okur olarak bizleri mutlu etmenin ötesinde garip bir rahatlama duygusu bıraktı.

Çocukların pek çok durumda maalesef ebeveynlerinin veya bakım verenlerinin istismarına uğradığını biliyoruz. Dolayısıyla bence çocuk için asıl şans; onu seven insanlarla çevrili olması ve bu sevginin davranışa dönüşmüş hali. Büyük bir sorumluluk isteyen ve yoğun emek harcanan çocuk büyütme sürecinde Barli’nin annesi oldukça iyi bir örnek. Dili, anlatımı, kurgusu ile de zor bir konuyu oldukça akıcı bir şekilde okurla paylaşıyor yazar. Çocuk kütüphanesinden evimize gelen bu güzel hikayenin başka evlerde ve ailelerde okunacak olması da kulağa güzel geliyor. Ayrıca çocuk hakları açısından bakılacak olursa da onların iyi bir ortamda büyümeleri, aslında doğuştan sahip oldukları bir hak. Bunu da anımsattığı ve yazmaya vesile olduğu için emeği geçenlere teşekkür ederim. Bir teşekkür de çevirmene; çünkü aslında ilk etapta o dikkatimi çekmişti ve hayallerinin peşinde giden Ceyda’nın içinde olduğu iş iyidir ön bilinci ile kitabı elime almıştım. İyi ki alıp evimize getirmişiz “Seni Öyle Çok İstedim Ki..” yi ve sevgili Barli’yi.

Yazının Devamı

Dünyalar Kadar

Okurken içimin açıldığı bir kitap oldu Dünyalar Kadar. Bazı sayfalarında sesli güldüğümüz oldu ve resimlerle metin uyumunda ayrı bir keyifle doldu okuma süreci. Gizem Kıygı yazmış, Mavisu Demirağ çizmiş. Galiba çizeri daha çok göreceğiz çocuk kitaplarında. Çünkü karakterlerinin benzer bir tınısı, kendine has bir tarzı var ve bunu başka yerlerde de görünce ismi artık hemen aklımıza geleceklerden. Dinozor Çocuk ne iyi etmiş de bu kitabın basımını üstlenmiş dedim içimden ve şimdi burada dış ses olarak bırakıyorum onu.

Akıcı bir dilin yanı sıra, farklı ve orjinal bir konu ile okuru çekip çekiştiren ve düşünmeye sevk eden bir kitap aynı zamanda elimdeki. Yazarın ilgileri, merak alanları, hayata karşı duruşu çocuklar için ince ince işlenmiş. Bence çok da iyi olmuş. Doğa, evren, yaşam, canlılar, mekan üzerine yeniden düşündüğümüz ve yanımdaki küçük okurla konuşma fırsatı bulduğumuz bir okuma oldu bizim için. Aslına bakarsanız bazı sayfalarda ciddi ciddi felsefe de yapıyor yazar. Sevdim tarzını, dilini ve anlatımının gücünü.

Kitapta bir başka hoşuma giden nokta ise çocuğu önceliğe alması. Ana karakter olan Çınar’ın annesi sadece çocuğuna değil, hepimize de çok önemli şeyleri anımsatıyor. Çocuğuna verdiği önem, onun hayatına dokunuşu ve onun önüne yeni pencereler açması harikaydı. Kitabın sonunda çocuğuna verdiği hediye de bunun en somut örneğiydi. Elbette o hediyenin oluşum aşamasına kadar geçen sürede yaşanan her şey de buna dahil. Sanki bir tomurcuğun çiçeğe dönüşünü izliyoruz her sayfada. Ayrı bir tad bıraktı bende. Dilerim devamı gelir ve daha konuşacak, yazacak, beraberce düşünecek çokça şey buluruz.

Yazının Devamı

Ağacın Hafızası

Tina Vallès tarafından kaleme alınan kitap yumuşacık ve akıcı bir dil ile bizlere önemli bir konuyu anlatıyor. Emrah İmre’nin çevirdiği kitabın basımını Can Çocuk üstleniyor. Hayata dair her şeyi nasıl da güzelce ele alabileceğimizi, sözcüklerimizi nasıl da doğru seçeceğimizi gösteriyor elimdeki kitap.

Dedesinin hafızasını yavaş yavaş kaybedecek olması ile ailedeki hemen herkesin yaşamında da değişimler başlıyor. Jan adlı ana karakterin ve aynı zamanda torunun ağzından dinliyoruz olanları. Muhteşem bir dede torun ilişkisi seriliyor önümüze. Öyle ki kitabın yarısına kadar tek solukta okuyorum her şeyi. Dedenin hayattan edindikleri bir bir seriliyor çocuğun önüne ve ince detaylarla süsleniyor. Jan’ı okuldan alma işi de dedeye ait ve okuldan eve kadar geçen sohbetler harika. Ancak hastalık kendisini belli etmeye başladığı andan itibaren değişimler de başlıyor ve bu sefer anneanne de geliyor okul çıkışlarına. Alzheimer gibi bir hastalığı dayanışma ve hoşgörü üzerinden ele alması okur olarak duyguları da canlandırıyor bende. Ailedeki herkes kenetleniyor birbirine. Jan da o zamana kadar hissettiği ama sormaktan çekindiği gerçekle yüzleşiyor ve dedesinin sorununu öğreniyor. Kitapta bazı kısımlar çok hoşuma gitti. Örneğin her akşam babanın Jan’a masal anlatması ve uykudan önce beraber vakit geçirmeleri. Sonraları bu rutielin dedeyle torun arasında geçmesi. Dedenin torunuyla sohbetlerinde her şeyin açıkça konuşulabilir olması. Örneğin Jan dedesine hastalığı ile ilgili sorular sormaktan çekinmiyor. Bence bu kısımlar çok iyileştiriciydi. Dedenin de duygularını açması anlamında kıymetli de.

Dede ve torun sohbetleri çerçevesinde ilerleyen sayfalarda ağaçlardan ve hayata dair hemen her şeyden bahseden ikili ile okur olarak bizler de dahil oluyoruz onların hatırlattığı her şeye. Geçmiş, aidiyet, kökler, ağaçlar, doğa ve insan ilişkisine dair çok fazla şey geçiyor zihnimden benim de. Salkım söğüt ağacı üzerinden dedenin yaşadığı travma ise kitap boyu merak uyandırıyor. Ancak itiraf etmeliyim belirli bir noktada tıkandığımı hissediyorum okurken. İlk sayfalardaki akıcı dilin yerine yazarın söylemek istedikleri ekleniyor. Öyle ki yazarın daha anlatacakları var ve bu nedenle bizler de dinliyoruz yazarı. Sanki Jan’ın elinden sözü alıyor yazar ve biraz da kendisi bahsetmek istiyor yaşananlardan. Yaşanmışlık kokan sayfalar var bundan sonra karşımızda. 10 yaşında bir çocuğun yerini ailedeki herkes alıyor anlatımda bu sefer. Jan her geçen gün kendisine bırakılan mirası daha da çok sahipleniyor. O mirasta sözcükler, hikayeler, düşünceler, anlatılar ve fazlası var. Dedesi var en çok da. Açıkçası bu açıdan şanslı da bir çocuk diye düşündüm şimdi Jan için. Benim böyle bir dede torun ilişkim olmadı. Bununla beraber sadece karlı bir kış akşamı trenle seyahat ederek köyden bize gelen dedemin elindeki Tadelle marka çikolatayı anımsıyorum. Bu yaşımdayım ve hala o çikolatayı görünce o ana geri dönerim. Paylaşımlarımızın ne kadar az olduğunu şimdi yazarken ve Jan’ı düşünürken bir kez daha fark ediyorum. Onlar arasındaki özel bağ ve sohbetler okuyucu olarak beni de sarıp sarmaladı.

Yazının Devamı

Gökçe

Gökçe, beraber hayal etmenin, düşünmenin, çalışmanın ve yaşamanın ürünü olarak elimizde. 40 çocukla yola çıkan ve onların kaleminden ilmek ilmek örülen bir umut çağrısıdır aynı zamanda. Gaziantep’te yaşayan ve farklılıklarıyla beraber, ortak bir amaç için çabalayan çocukların bize fısıldadığı güçlü bir sestir Gökçe. Kültür için Alan tarafından desteklenen Ortak Hikaye Projesi’nin emeğinin somut halidir bir diğer yanıyla. Proje koordinatörü Aslı Gökgöz ilk defa projeden bahsettiğinde heyecanlanmıştım. Çocuklar için biz dizi atölye ve etkinlik yapılacak ve sonrasında söz ile kalem onlara teslim edilecekti. Niyetlenilen gibi de oldu. Farklı alanlardan kişiler çocuklar için hazırlanan bu projede yer aldı ve bu çocuklarla bir araya geldi. 27 yazar çocuk ve 24 çizer çocuk ise bu paylaşımlardan beslenerek kendilerine çalınan mayaya Gökçe ile yanıt verdi. Hem de nasıl güzel bir tad ile. Kitabın bir başka güzel yanı da çok dilli olması ve herkesin erişimine açık olması. Uyurgezer Kitap tarafından basımı yapılan kitap satır aralarında sevginin nasıl çoğalacağını anlatıyor her çocuğun kalemiyle.

Masal tadında bir başlangıç ile yola çıkıyor çocuklar Gökçe’de. Koyunlarına çok düşkün bir kız çocuğu ve onun çiftlik yaşantısı konu ediliyor kitaba. Gökçe adındaki bu kız bir gün koyunlarını otlatırken bayılıyor ve bu durumu koyunları haber veriyor ailesine. Gökçe, kendine geldiğinde hemen Kınalı adlı koyunun yavrusu olacağını söylüyor ve heyecan başlıyor. Kınalı’nın bir yavrusu oluyor ve adını Pamuk koyuyorlar. Pamuk görme engeli ile doğuyor ve bu haliyle çiftlikte yaşam sürüyor. Gökçe’nin çok sevdiği hayvan dostları bazı tehlikeler atlatıyor ama bulunan çözümler hep okur olarak içimize sevgi bırakan şekilde. Kurtların saldırısında mesela anne ve baba düdük çalıp farklı sesler çıkararak çözüm arıyorlar. Bu kısımda özellikle durup düşünüyorum; yakıp yıkmak ve öldürmek gibi yolları kolayca seçebilen ve hayatı hem kendilerine, hem başkalarına dar eden büyüklerin dışında ve onların karşısında bir duruş var bu satırlarda. Kurtları öldürmeyi düşünmüyorlar mesela çocuklar, çocuk yazarlar. Bunun dışında, başka türlü bir yol arıyorlar hemen sözcükleriyle. “Keşke” diye başlayan onlarca şey geçiyor zihnimden bu satırlardan sonra. Türkçe ve Arapça olarak basımı yapılan bu kitap aynı zamanda Gaziantep’in heterojen kimliğinden de izler taşıyor. Göç alan bir bölge ve farklı etnik, sınıfsal bir yapısı var. Vaktiyle buraya göç etmek zorunda kalan çocukların yaşadıklarını bugün maalesef başka bir coğrafyada başka çocuklar yaşıyor. Yaşananlardan bu çocuklar kadar çıkarım yapılabilseydi, bugün başka şeyler söyleyebilirdik. Bir tarafta elimdeki kıymetli çalışma, diğer yanda bende bırakılan çağrışımları ve içinde bulunduğumuz gündem. Yine elimdekiyle nefes almak için yeniden metne dönüyorum.

Gökçe ve ailesi kurtların daha kalabalık olarak yeniden geleceklerini bildikleri için bu sefer bir köpek dostlarından yardım alıyorlar. Kurtkovan adını verdikleri köpeğin, aileye katılmasıyla daha da güçleniyor ve tehlikelere karşı korunaklı hale geliyorlar. Masal tadındaki giriş aynı şekilde son buluyor ve gökten elmalar düşüyor. Her çocuğun sesini duyar gibiyim sayfalarda. Heyecanlarını, sevinçlerini ve ortak bir çalışmada yer almanın verdiği mutluluklarını hissediyorum okur olarak. Şair Nazım Hikmet’in dediği gibi “Çocuklara kıymayın efendiler…” Güzellik ve insanca yaşama, ailesi ve sevdikleriyle birarada olma ve sahip oldukları tüm hakları yaşama gibi bir taraf dururken, onları kendi çıkarları uğruna üzen ve bu haklarından mahrum bırakan herkese gitsin isterim bu kitap. Niyetiyle, bulduğu çözüm yoluyla ve heyecanlarıyla gitsin isterim en çok da. Olur mu bilmem ama olur da ulaşırsa kocaman bir çığlığa dönüşüp tüm kötülükleri ve savaşları yok etsin isterim yer yüzünden. Emeğinize, kaleminize sağlık yazar ve çizer arkadaşlarım.

Yazının Devamı

Sevgili Öğretmenim

İnsanın içini sıcacık duygulara bırakan bir kitap var elimde. “Sevgili Öğretmenim” bir çocuğun büyüme hikayesi ve yıllar sonra öğretmeni ile yüzleşmesi aslında. Kendisi de öğretmenlik mesleğine başlayacak olan ana karakter kendi öğrenciliğine doğru yolculuğa çıkıyor ve bu süreçte kendisine rehber olan ve hayatına olumlu anlamda dokunan öğretmenini düşünüyor. Ona bir mektupla tüm yaşadıklarını, kendisinde kalan kadarıyla, aktarıyor. Deborah Hopkinson tarafından yazılan ve Nancy Carpenter resimleriyle tamamlanan kitabı Türkçe’ye Nurten Hatırnaz çeviriyor. Beyaz Balina Yayınları’nın basımını üstlendiği kitap hem öğrenci, hem de öğretmen olarak görmemizi sağlıyor o yılları.

Okula karşı endişeleri olan ve bu nedenle okula gitmek istemeyen bir çocuk var karşımızda. Okuldaki hareketi, merakı ve davranışları ile diğer “normal” öğrencilerden biraz daha farklı bir başka tarafıyla. Buna ister yaramaz deyin, isterseniz de dikkat eksikliği ve hiperaktivitesi var deyin. Ben sadece diğerlerinden farklı demeyi uygun görüyorum. Yaramaz demenin de işin en kolay yolu olduğu ve genelde çocuğun zararına olduğunu düşünenlerdenim. Bu kitaptaki kız çocuğu da kendisini tanımlarken uslu olmadığı ön bilgisi ile başlıyor anlatmaya. Bununla beraber öğretmeninin onda bıraktığı ilk izlenim, ilk sözcüklerin nasıl da değişimin habercisi olduğunu vurguluyor inceden inceye. Önce okulu sevmek ve ardından çocuğun hareketliliğine ve ilgi alanlarına göre düzenlenmiş bir anlatım ve öğretme anlayışı ile bu kız çocuğu için de artık okul daha heyecanlı bir yer haline geliyor. Her şeyden önce dışlanmıyor ve ötelenmiyor. Bunu da çok büyük ölçüde öğretmeni sayesinde yaşayabiliyor. Doğa ve insan canlısı bir öğretmen hayatın her alanına dair edindiklerini öğrencileriyle paylaşıyor ve onların da aktif olarak hayata katılmaları için elinden geleni yapıyor. Bahçe işleri, hayvanlar dünyası, doğada geçirilen zaman ve daha fazlası ile aslında oyun ve oyunun içinde öğrenme başlıyor çocuklar için. Ayrıca hareket halinde oldukları için de genelin dışında bir öğrenme modeli ile karşı karşıya çocuklar. Kitabın bu kısımlarında kocaman bir bahçesi olan okulda ilkokul hayatımı geçirdiğim zamanlar geldi aklıma. Altı katlı pasta yaptığımız, kilim dokuduğumuz ve önlük diktiğimiz bir ev ekonomisi dersi ve atölyesi vardı. Yine kocaman bir iş teknik atölyesi vardı, orada da ahşapla ilgili şeylerle uğraşırdık. Ayrıca tarım dersimiz vardı ve o derste de aynı bu kitapta bahsi geçtiği gibi toprakla ve ekip dikmeyle uğraşırdık. Okulun benim için tamamen eğlence ve yeni şeyler düşünme yeri olduğu zamanlardı. Bizlerden önce köy enstitüleri vardı mesela. Onların yaptıkları tamamen ideal olan bir sistemdi aslında. Ben geriden de gelsem yine de tüm olumsuzlukları yanında bu yönleriyle şanslı bir öğrencilik dönemi geçirdim. Şimdiki çocukların bunları ne kadar yapabildiğini bilmiyorum ama bu kitapla beraber yeniden düşünmemi sağladı bu öğrenme şekillerini. Küçük kızın hayatla ve okulla kurduğu bağda öğretmen kadar, ona yapabilecekleri konusunda imkan sağlayan yöneticilerin de payı var. Çocuklarla bahçe işleriyle uğraşma, doğada vakit geçirme ve daha fazlası için hem fiziki koşulların, hem de eğitim sisteminin uygulayarak öğrenmeye açık olması gerekiyor sanırım. Bu kısım beni biraz aşıyor. Ben sadece bir okur olarak ve bir veli olarak karşılaştırma yapabiliyorum. Kızımın mesela okulu ile benim çocukluğumun okulu ve ders içerikleri arasındaki farka bakıyorum ve açıkçası kendi dönemimdeki atölyelerin bolluğunda daha mutlu olduğumu anımsıyorum. Bunların içinde kızımı hayal ettiğimde, onun da daha mutlu olacağına eminim. Alçıdan tabaklar yaptığımız, toprakla uğraşıp bir bitkinin büyümesini izlediğimiz ve kendi yaptığımız pastayı yediğimiz zamanlar. Şimdilerde bazı özel okullar bu konularda farkındalık yaratmaya çabalıyor ama genele yansımasını umuyorum. Bunları yazarken Richard Louv’un o muhteşem “Doğadaki Son Çocuk” kitabı geldi aklımda. Kısaca söylemem gerekirse doğadan kopan çocuklarda ortaya çıkan sorunlara değiniyor ve doğanın iyileştirici yanına. Yine yaptığım söyleşilerde işin uzmanlarınca söylenen temel şey; doğadan kopmanın çocuğu pek çok yönden zarara uğrattığı şeklinde.

Tüm bunlarla beraber elimdeki kitaptaki kızın hareketi ve farklılığı kendisine dokunan iyi bir el sayesinde artıya dönüşüyor. Çocuklar kayıt makineleri gibidir bir yanıyla da. Unutmazlar, ben de unutmadım çocukluğumdaki çoğu şeyi. Sadece tanımlamam için biraz daha zaman geçmesi gerekti, o kadar. İşte bunu söylüyor yazar ve çizer bir başka yönüyle. O çocuk büyüyor ve kendi öğrenciliğini düşünerek kendi öğretmenlik hayatına adım atıyor. Oradaki iyiyi çekiyor ve sunuyor aslında biz okura. Öğretmenine yazdığı mektupta ona iyi gelen öğretmeni duyuyor ve görüyoruz. Bununla beraber az önce yazdıklarım ve daha fazlasıyla bırakıyor bir okur olarak beni. Düşündürdükleri kıymetli olan kitaplardan. Bakalım başka okuyucularda neleri çağrıştıracak, neleri anımsattığında yüzünde tebessüm oluşacak. Resimleri ile oldukça güzel bir birliktelik yakalayan yazar o kız çocuğunun ruh halini çok güzel sunuyor okuyucuya. Burada da çizerin başarısı ve yazarın niyetini anlaması çok önemli. Güzel bir ikiliden, güzel bir kitap çıkıyor nihayetinde biz okurlar için. Aldığım keyfi alabilmeniz dileğiyle.

Yazının Devamı

Balık Tutma Dersi

Hani bazı insanlar için nevi şahsına münhasır deriz ya, işte bu kitaptaki balıkçı tam onlardan. Böyle, hayatla olan ilişkisini çözmüş, keyif almayı bilen, gereksiz hırsların ve şatafatlı içi boş şeylerin farkında olan ve bunlardan arınmış bir karakter. Öylesine sakin ve yudumlayarak alıyor ki keyfi hayattan imrenmemek mümkün değil. Yaşamanın en güzel halini fısıldıyor okuyucu olarak bizlere. Desen Yayınları sahiden oldukça ilginç çevirilerle epeydir evimizi şenlendiriyor. Bence aslında sanatın her haliyle yoğrulmuş olan ve edebiyatın büyülü dünyasıyla biz büyükleri hedef alıyor. Çocuk edebiyatı diye sunulan bence sanki bizlere daha çok iyi geliyor. Bu balıkçı mesela; ilk okuduğumda da şimdi de o sade ama öz yaşama şekliyle sanki bir bilgelik taşıyor. Metni Heinrich Böll yazıyor, uyarlayan Bernard Friot ve resimleyen Emile Bravo. Figen Müge Erel de Türkçe’ye çeviriyor bu güzel kitabı.

Yazıyı yazarken yazarı daha çok merak ettim ve yanılmamışım. Hayatı zor tarafından deneyimlemiş, 2. Dünya Savaşı sırasında esir düşmüş ve savaşın yıkıcılığını yaşamış bir insan var karşımızda. Çok sayıda kitabı var ve hayattan aldıklarını damıttığı cümleleri. Şimdi onunla ilgili videolara bakıyorum ve sanırım okuma merakım bu kitabıyla sınırlı kalmayacak. Hemen belirtmem gerekiyor ki resimleri de oldukça güzel. Balıkçı kayığında uyuklayan adamı bir turist çektiği fotoğraflarıyla rahatsız ediyor. Sadece bu da değil; turist bildiğiniz gördüğü her şeyi kar ve zarar mantığı ile gören ve her şeyi paraya çevirmeyi kendi doğrusu olarak bilen tanıdık karakterlerden. Bir anda balıkçıya yanaşıp ona kendi doğru bildiği şeyleri anlatıp dururken, onun söylediklerinin balıkçıya ne kadar da uzak olduğunu anlayamıyor. Nefes nefese o kafasındaki daha çok, daha çok bölümlerini anlatan ve her şeyi daha fazla tüketerek daha da zenginleşme telaşındaki turiste karşı yazar, balıkçı için şu cümleleri yazıyor: “Ve derin bir hüzünle, neşe içinde zıplayan balıkları seyre daldı”. Turist ve balıkçı da oldukça tanıdık karakterler aslında. Doğayı daha fazla tüketen ve doğaya zarar veren, tek derdi daha fazla kazanmak olan insan ile onun tam tersinde olan bir insan var karşımızda. Yaşama saygı duyan, ondan ihtiyacı kadarını alan ve fazlası ile kendini de etrafındakileri de yormayan, kendisiyle barışık bir balıkçı nasıl da bilgece bir yaşamın kapısını aralıyor okura.

Bir başka yanıyla da tüketmek ile yaşamak arasındaki farkı da sunuyor yazar usulca biz okura. Çok fazla şey birikmiş yazarda ve onca yaşanmışlık ilmek ilmek örülerek akmış kaleminden. Elbette uyarlayan ve resimleri ile daha da güzel olmuş. Başka çağrışımlar ve konuşma aralığı sunabilir sizlere. Ben bu yazının sınırlılıkları ile bu kadarıyla bahsediyorum. Galiba yazarın bende bıraktığı bu tadı başka kitaplarında devam ettireceğim.

Yazının Devamı

Cam Kavanozlar

Yine bir Özge Bahar Sunar kitabıyla karşınızdayım. Üretken bir yazar ve her kitabı ayrı bir tad bırakıyor okuyucu olarak bende. Yaşantıların harmanlanıp ilmek ilmek örüldüğü öyküler var karşımızda. Dolaysıyla üzerinde düşünülecek, konuşulacak konular kalıyor kitap bitince bize. Öznur Sönmez’in resimlediği Cam Kavanozlar kitabı da bunlardan birisi. Doğan Çocuk tarafından basımı yapılan kitap sanki bizi anlatıyor farklı yönlerimizle. Bazen helikopter ebeveynlik yaparken körelttiğimiz yaşamlarımız ve çocuklarımızın yaşamları, bazen de esareti yaşayıp da farkında olmayışımız var sanki her sayfada. Bir süredir yazarın aslında katman katman işlediğini düşünüyorum öykülerini. Bu da elbette farklı alımlamalara sebep olacak ve güzel olan da bu. Her okuyucuda başka başka çağrışımlar bırakacak. Başka şeyleri düşünmeye itecek. Dolayısıyla bu yazı okur olarak bizde kalanlar üzerinden yazılıyor.

Hikaye anlatıcılığı hep çok tılsımlı gelmiştir bana. Çocukluğumda köy yaşantısında deneyimlediğim o hayal dünyasının heyecanlı kapısını aralar bana böylesi bir giriş ve kitap bir hikaye anlatma isteği ile yola çıkıyor. Açık denizlerde yaşayan balıklar kendilerine sunulan ve “daha temiz, daha güvenli” olduğu sloganı ile yola çıkan kavanozlara hapsoluyorlar. Elbette arz yaratılıyor ve birileri bundan gelir elde ediyor, ardından bu arz bir talep haline geldiği ileri sürülerek balıklara veriliyor. Çok tanıdık değil mi? Bendeki çağrışımları farklı da, acaba sizde neleri anımsatacak? Böylece kocaman denizin içinde küçücük kavanozlarda yaşam başlıyor balıklar için. Nasıl absürd geliyor kulağa değil mi? Sanki hiç kocaman plazalarda yaşayan ve bir avuç toprağı göremeyen, taş binalar içinde büyüyen çocuk yokmuş gibi. İşte tam da bu oysa. Yüksek güvenlikli, tüm gün o güvenlik ve konfor alanını korumak için çalışıp çırpınan ve hayatı büyük ölçüde kaçıran büyükler ve onların küçücük bir alanda yaşamaya mahkum olan çocukları. Sokak kültürü, mahalle kültürü yok ve merak duygusunu tetikleyecek bir şey de yok. Geçenlerde Kocaeli Bölge Tiyatrosu’nun kurucusu Burhan Akçin ile bir söyleşimiz oldu ve duyusal anlamda çocuklarda yitirilenleri sıraladı bu söyleşide kendisi. Tutma, tırmanma, dokunma, konuşma ve diğer pek çok alanda nasıl gerilediğini anlattı çocukların. Pandeminin ve koruyucu ebeveynlik hallerinin, yüksek konfor ile ayağı yere değmeyen çocukların kaybettiklerini düşününce bu cam kavanozarda yaşayan balıklar geldi aklıma. Sevgili Özge, yitip giden şeyleri öylesine güzel bir öyküye sığdırmış ki, dönüp tekrar okunası dediklerimden. Bir başka yanıyla da aslında kapitalist sisteme inceden bir eleştiri sezdim ben okurken. Daha çok pul almak ve bunu satabilmek için o küçücük kavanozlarda hapis hayatı yaşayan balıklardan anne ve baba olanlar cam silme işine giriyor ve tüm gün yoruluyorlar. Hapiste olduğunu fark etmeyen beyaz yakalılar gibi. Yaşam onlardan bağımsız bir şekilde akıp giderken, onlar devasa güzellikteki denizi göremiyorlar bile. Ama bu kısır döngü yazarın dokunuşuyla kırılıyor ve yeniden eski güzellikler görülüyor.

Belki daha üzerine çok şey yazarım ama bu kadarıyla bitireyim ki okuyucular kendi meraklarını korusunlar. Resimler ve metin arasındaki uyum, bazen resimlere, bazen de metne dönmemizi sağlıyor ve bu durum okuma süresini uzatıyor. Bu uzayan sürede de yanınızdaki minik okur ve dinleyiciler ile konuşacak daha çok şey kalıyor size. Ben kendi adıma çocuk edebiyatını çok seviyorum ve galiba çoğu zaman çocukları bahane ediyorum kendime. Bununla birlikte sayfalarca yazılacak şeyleri ilmek ilmek örüp, damıtarak önümüze getiren yazar ve çizerlerin sanatsal dokunuşları ile aslında daha çok keyif alıyorum okur olarak bu alandan. O nedenle, bu yazıyı okuyan büyükler için yazıyorum en çok da. Ne yaptığımız, nasıl yaşadığımız ve nelerden taviz verdiğimiz üzerine düşünmek ve buna paralel olarak diğer canlı türleri için de konuşmak için size bir aracı olabilir. Yanınızdaki çocukla da harika bir zaman geçirmeniz size günden geriye kalan en güzel zaman olur.

Yazının Devamı

Sofi Göklerde

Dünyanın ilk kadın pilotlarından biri olan Sophie Blanchard’ın hayatından esinlenerek hazırlanan bir kitap var elimizde. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan ve Katherine Woodfine’ın kaleme aldığı kitabın resimleyeni Briony May Smith. Türkçe’ye Hilal Aydın’ın çevirdiği kitap oldukça sade dili ve anlatımıyla “Sen de Oku” serisine ait bir kitap. Bu seri oldukça güzel kitapları barındırıyor ve her biri ayrı bir güzel tad bırakıyor okur olarak bende.

Aslında pek çok korkusu olan Sofi’nin gözünden izliyoruz olanları. Annesi ve ablası Tilda ile Fransa’nın bir köyünde yaşayan küçük kız korkuları nedeniyle aslında pek çok şeyi kaçırmaktadır hayatta. Onun korkularıyla baş etmesi ve köy meydanına gelen festival ile bu korkularını büyük ölçüde geride bırakması konu ediliyor. Hayvanlardan, yüksekten ve daha birçok şeyden korkan küçük kız bu festivali ve orada yaşananları merak ediyor ama yine de kendisinde oraya gitme cesareti bulamıyor ilk başta. Annesi, ablası ve ablasının arkadaşları festivale giderken o geride yani evde kalmak istese de merakı ve heyecanı buna engel oluyor ve Sofi de onların peşine festivale gitmeye karar veriyor. Bu karar onda çok fazla değişim ve dönüşümü de beraberinde getiriyor çünkü tek başına köy meydanına gidene kadar çok fazla şeyi korkusuna rağmen başarıyor ve amacına ulaşıyor.

Büyük bir hayranlık ve merakla izlediği balonlardan birine atlayınca da kendi yaşamının kahramanı oluyor ve bu esnada korkunun sadece küçüklere has bir duygu olmadığını görüyor. Pek çok açıdan çok güzel kurgulanmış bir hikaye var karşımızda. Tepeden değil, tam da çocuğun göz hizasından anlatılıyor her şey. Korkan, geri duran, bir ileri adım atarken birkaç kez acemiliğe düşen ama merakı her şeyin önünde olan Sofi ile beraber balon macerasını izlemek çok güzel bir deneyimdi. Kitabın sonuna doğru da Sophie Blanchard’ın yaşamı kısaca aktarılıyor okura. Böylece aslında tarihte saklı kalan veya çok fazla bilemediğimiz kadın öncülerden birisi daha okur olarak merakıma düşüyor. Daha fazla şey merak ediyorum bu kadına dair ve galiba bir kitabın en güzel yanı da bu merakı körüklemesi. Kitabı benden önce 10 yaşındaki kızım okumuş ve ben de okuyayım diye çantama bırakmıştı. Ben de ancak okudum ve sanırım onun kadar beğendim. Hem tarihte yolculuk etmek, hem de çocuk edebiyatının o büyülü dünyasında ve çocuğunuzla beraber okumak isterseniz tam size göre diyeceğim kitaplardan birisi “Sofi Göklerde.” Ayrıca son bir şey daha; galiba ben bu balonlarla eşsiz doğa harikası Kapadokya’da uçmak istiyorum ve kitap bu hayalimi gerçekleştirmem gereğini de anımsattı usulca. Bakalım sizlerde neye sebep olup, neleri hareket geçirecek?

Yazının Devamı

Ağaca Tırmanan İnek

Merak, heyecan, umut, cesaret, azim ve daha bir çok kelime eşlik etti bu kitabı okurken. Öylesine güzel, öylesine sarıp sarmalayan bir yanı var ki ana karakter olan Mötilda’nın; alıp sevesim geldi her sayfada. Ayrıca çok tanıdık bir karakter aynı zamanda. Hani böyle, hayat onların güzelliği uğruna dönüyor denilir ya, işte oüğğiğğnlardan birisi Mötilda. Pearson Yayınları tarafından basımı yapılan ve Türkçe’ye Melike Hendek’in çevirdiği kitabın yazarı Gemma Merino. Kitabın girişinde “Hayallerimi ilgiyle dinleyen anne ve babama…” diye not düşmüş yazar. Nasıl da insana iyi gelen bir şeydir o hayalleri dinlemek diye geçirdim içimden.

Galiba anahtar kelime merak. Çocuklarda en yoğun olan duygu bu ve hayal kurmak. Büyüdükçe azalan ve maalesef hayatı sıradanlaştıran bir şey bu aynı zamanda. İşte tam da bu nedenle çocuklu hayat neşeye gebe her zaman. Çok basit; örneğin yağmur yağıyor diyelim, ya da kar; çocuklar mucize gibi görüyor bunu ve umulmadık bir neşe ile kaplanıyorlar. O neşenin, heyecanın, merakın sizi sarmaması mümkün mü? İşte Mötilda’nın hayata merakı da aynı böyle. Etrafındakileri de neşeye ve heyecana çekip götürüyor. Hayal kurmayı çok seven bir inek var karşımızda ve onun hayallerine ilgisiz kardeşleri. İyi ki Mötilda onları dinlemiyor da merakının peşinden gidiyor. Böylece yepyeni şeyler yaşıyor ve hayatı çok farklı yerlerden deneyimliyor. Etrafındaki herkesin “Saçma ve imkansız” kelimelerinin karşısına “Neden Olmasın” cümlesini öyle usulca bırakıyor ki Mötilda, yetişkin okur olarak bu kısım bana çok iyi geldi. İşe yeni başlayan bir sürü hayali olan, heyecanını işine yansıtmak isteyen ama bu cümlelerle karşılaşan çok kişi biliyorum. İşte bu klasik olumsuz kelimeler yerine “Neden olmasın” diyenler şans bize.

Resimler, kurgusu ve dili ile tam da çocukların göz hizasından bakan bir kitap Ağaca Tırmanan İnek. Mötilda’nın hayal kurmak ve merakının peşinden gitmesi ile kardeşleri de onun zengin dünyasına giriş yapıyor. Son kısımda da hepsi beraber hayal kurmaya başlıyor. Belki de hayal kurmakla başlayacak iyi olan her şey. Bunu büyüdükçe unutan biz büyükler eğer izin verirsek, alan açarsak çocuklar yeniden hatırlatıyor aslında. İşte bu kitap da buna bir örnek. Tam da bu nedenle öğretmenlerin, ebeveynlerin ve çocukla ilgili tüm yetişkinlerin okumasını isterim. Çocukla ilgili olması gerekmiyor, hayata bir yenilik katmak isteyen, hayata bir artı katmak isteyen herkese de iyi gelecek bir kitap. Epeydir bu konuda kafam karışık aslında. Çocuk edebiyatı acaba aslında yetişkinler için de çocukları bahane mi ediyoruz? Bana iyi geldiği kesin, resimleri izlemek, yeniden hayal kurmak, gülmek ve umut devşirmek gibi artılarını aldım yanıma bu kitapla. Umarım okuyan herkeste benzer güzel çağrışımlar bırakır.

Yazının Devamı

Obur Mürekkepçik

Öznel değerlendirmelerden uzak bir yazı değil bu yazı, o nedenle baştan bir itirafla başlıyorum; kişisel olan şeyler de dahil. Kızım bugün 10 yaşına girdi ve bu kitabı iki kez okudu. Okumakla kalmadı ısrarla benim okumam için de cümleler kurdu. Çok beğeneceğimi, mutlaka okumam gerektiğini söyledi durdu. Bunca övgüden sonra merak ettim ve yanıma aldım haliyle kitabı. Yeterli zamanı ancak buldum ve geçtiğimiz hafta okuyabildim. Okurken de ara ara kızım gelip “Neredesin, ay orası çok güzel değil mi? Bak sonra ne olacağını söyleyeyim mi?” deyip durdu. Kitaplar üzerine konuşmak ve duygularını paylaşmak artık onun da sevdiği bir şeye dönüşüyor ve bu dönüşüm beni çok mutlu ediyor. Gelelim kitaba; Kırmızı Kedi Çocuk tarafından basımı yapılan kitabın yazarı Kenneth Oppel ve resimleyeni Sydney Smith. Türkçe’ye Rengin Arslan tarafından çevrilen kitabın kurgusu çok güzel. Akıcı dili sayesinde de alıp götürüyor okuyanı. Elinizden düşürmek istemeyeceğiniz bir halde buluyorsunuz kendinizi.

Anne kaybının olduğu bir ailedeki büyük olan çocuk Ethan ve down sendromlu küçük kız kardeş Sarah var hikayede. Bir de aslında eşinin kaybının yarattığı travmayı atamamış bir baba karşımızda. İşin yükü büyük oranda Ethan’ın üzerinde; ya da okur olarak olayları onun gözünden gördüğümüz için bu his uyanıyor içimizde. Çizer olan baba bir süredir çizim yapma konusunda sıkıntı yaşıyor ve onun karalama defterinden küçük bir mürekkep, onun hayalinin de bir ürünü olarak defterden kaçıyor ve macera başlıyor. Minik mürekkepçik Ethan’ın odasına gidiyor ve ikili arasında inanılmaz bir dostluk başlıyor. Okuduğu her şeyi içselleştiren ve oradaki kelimelerle konuşan; daha doğrusu yazarak iletişim kuran mürekkepçik ile aslında yazar bizlere de bir şeyler fısıldıyor. Ethan onun önüne nitelikli yayınlar koyduğunda, oradaki mürekkepleri alıp emen bu mürekkepçik, böylece zaman içinde hem kelime haznesini, hem de bakış açısını geliştiriyor. Okulda bir sürü sorunla uğraşan Ethan bir taraftan da kız kardeşi ve babasındaki durumu da düşünüyor. Mürekkepçik hayatlarındaki önemli bir boşluğu doldurmaya başladıkça aralarındaki bağ da güçleniyor. Örneğin Sarah’ın mürekkepçiği fark etmesi ve onu küçük köpeği gibi görmesi de ayrı bir manzara. Mürekkepçik istediği karakterin şekline girebiliyor ve bu da küçük kızın çok hoşuna gidiyor. Ethan üzerinden bir çocuğun yaşayabileceği çoğu zorluğu ve güzelliği, arkadaşlığı, dayanışmayı ve mücadeleyi görüyoruz bu kitapta.

Mürekkepçik hayatlarında değişime sebep oldukça etraftaki meraklı bakışlar da artıyor ve bu durum, tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Ethan’ın en büyük rakibi olan Vika da bu değişimin en yakın izleyicilerinden ve Ethan’ı zorlu bir sürecin içine sokuyor. Çünkü Vika hem Ethan’ın sınıf arkadaşı, hem de babası, Ethan’ın babasının yayıncısı. Yayıncı olan tarafıyla baba klasik olarak daha fazla kazanmak için her yolu mübah görecek bir tip. Hırsı ve tüketme isteği ile o da bu olayı kızı aracılığıyla fark ediyor ve mürekkepçiği fazla talep gören ama içerik anlamında zayıf olan, şiddet içerikli ucuz çizgi romanlar için üretici olarak kullanmak istiyor. Ethan babasıyla olan iyileşme dönemi ve mürekkepçiğin desteği ile hayatını yolunu sokmaya başlamışken mürekkepçiğin Vika tarafından çalınmasıyla yıkılıyor. Farkındaysanız kendimi tutamayıp kitabı özetliyorum. Tamam tamam burada bırakıyorum ama eminim kitabı eline alan çoğu kişi bizim gibi bu heyecan ve macera dolu sayfaları arka arkaya çevirecek.

Yazının Devamı

Yağmur Adam ve En Güzel Dans

Sonunu bilemediğimiz, tahmin edemediğimiz kitaplar bence oldukça başarılı ve sıradan olmaktan uzak. Elimizdeki kitap da buna iyi bir örnek. Yağmurdan şikayet eden herkesin yanında küçük bir kız çocuğu beliriyor ve biz onun neden yağmuru sevdiğini kendi kişisel deneyimlerimizle tahmine girişiyoruz. Oysa onun bize, yani okura söylemek istediği çok daha farklı bir yaşamsal deneyimi var. Redhouse Kidz tarafından basımı yapılan kitabın yazarı Özge Bahar Sunar ve resimleyeni Uğur Altun. Çok güzel bir uyum içinde yazar ve çizer; bu da okuyucuyu bir kat daha besleyen bir şey.

Dışarıda, açık havada vakit geçiren insanlar hallerinden gayet memnunken aniden yağan yağmur ile kapalı mekanlara geçmek zorunda kalıyorlar ve bundan şikayetleniyorlar. Yağmur adam da onların bu hallerine bakıp küsüyor ve bir daha yağmama kararı alıyor. Epey sonra yanına yanaşan küçük kız çocuğu ile sohbete başlıyor ve kızın neden yağmuru beklediğini anlamaya çalışıyor. Küçük kız işitme engelli ve yağmurun altında, toprağı ve yağmuru hissederek dans etmeyi çok seviyor. Nasıl güzel bir an o an, sayfalardan çıkıp okuyucu olarak bizlere kadar ulaşıyor her sayfada. Belirli bir engeli olanların, diğer duyu organlarının geliştiği üzerine çokça yazı var. Daha geçtiğimiz hafta Helen Keller’ın yaşamını tekrar okudum ve bazı videolarına baktım. O videolardan birisinde kendisine okuma ve yazmayı öğreten ve hayatla bağını tekrar kurmasını sağlayan kadınla beraber onun söylediklerini nasıl anladığı anlatılıyordu. Elini kadının boğazına ve üst dudağına dokunduran Helen bu şekilde sesin titreşimlerini hissediyordu. Daha önce hiç görmediğim bir şeydi ve bence hayata bağlanmanın en muhteşem yollarından biriydi. Üzerine sevgili Özge’nin kitabı geldi. Kocaman kocaman sözlerle değil, küçük ama etkileyici cümlelerle bizlere yaşama bağlanmanın yollarını açıyordu bu kitabında. Yine bunu küçük kızın ağzından ve oldukça sade bir dil ile yapıyordu. Bence dilin sadeliği ve akıcılığı ile ayrıca dikkat çeken bir çalışma. Fazla söze, laf kalabalığına girmeden kızın hissettiğini anlatıyor yazar. Elbette bu anlara çizimleriyle eşlik eden Uğur Altun’u da unutmamak gerekiyor.

Çocuklar, genellikle, yağmurda dışarıda olmayı ve oynamayı çok seviyor. Bir gün camdan izlemiştim ve istisnasız 3-4 yaşlarındaki her çocuk küçük su birikintilerine basa basa gidiyordu yoldan. Yağmur adamı küstürmeden de hayatta yer almanın yolunu anlatıyorlar aslında bir başka yanıyla da yazar. Daha doğrusu hayattan keyif almak için engelimiz olmadığını anımsatıyor inceden inceye. Ya da başka bir ifade ile şikayetlenmenin bunca kolay olduğu dönemde elimizdekini dönüştürebilmenin güzelliğini fısıldıyor Yağmur adam ile. Bir Pazar günü okumasına ve hazır da yağmurlu havalardayken iyi gidecek bir kitap kısacası …

Yazının Devamı

Sanal Zombi Anneannem

Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan “Sen de Oku” serisini seviyoruz ve bu seriden pek çok kitap okuduk. Bu sefer ki kitabın yazarı Güzin Öztürk. Resimler de Cemre Arslan’a ait. Bağımlılık kavramını torun ve anneanne etrafından dolaşarak anlatan yazar, hepimizi hikayenin içine alıyor. Çağımızın artık vazgeçilmezi internet, dolayısıyla aslında bu alandaki sıkıntılar oldukça ciddi. Daha da ötesi bağımlılık türlerinin paralel şekilde değişebildiği de açıklanıyor işin uzmanlarınca. Yani bir konudaki bağımlılık durumunuz sizi diğerlerine de potansiyel hale getiriyor. Bu nedenle ciddiye alınması gereken bir konu aslında Güzin Öztürk’ün mizahla ele aldığı konu.

Pandemi koşulları hepimizi evlerimize ve zorunlu olarak ekranların karşısına kilitledi. Eğitim, sağlık, alışveriş ve diğer tüm alanlarla “araçsal” olarak kullanıldığında hayatımızı kolaylaştıran bir şey. Ancak maalesef ekran bağımlılığı diye bir kavram da hiç olmadığı kadar konuşulur oldu. Yazarımız galiba bu konuda çocuklara ve bizlere ayna tutuyor. Örneğin ben bu kitabı kızımın odasında okurken telefon yanımdaydı. Aniden dönüp “Kızım bu telefonu alıp araya koyar mısın? Çaldığında nasıl olsa duyarız” dedim. Galiba ayrılmaz bir parçamız gibi eve girdiğimizde bile hangi odaya gitsek bizimle geldiğini anımsadım o an. Kısacası farkında olmadan hepimiz onunla yaşamaya çok alışıyoruz ve aniden bağımlı olma olasılığımız çok yüksek. Tıpkı torununa bakmak için gelen Lülü’nün evdeki hiçbir şeyi görmeyip, elindekine odaklanması gibi. Öyle ki yemeği unutuyor, eve giren hırsızı bile farketmiyorlar ve aslında büyük tehlikeler atlatıyorlar. Torun da, o ana kadar kendisinin farkında değil ama anneanneyi görmek ve onunla vakit geçirmek onun da kendisini aynada görmesini sağlıyor.

Yazar, sadece torunu değil, bizi de kendimize getiriyor. Farkında olmadan elimizden kayıp gidenlerin değerini anlamamızı sağlıyor. Anneanneler genelde özeldir ve onunla geçirilen zaman kıymetlidir. Bu kitaptaki torun o kıymetli zamanı geri isterken, bizlerin de okur olarak hayatlarımıza sahip çıkmamızı söylüyor aslında inceden inceye. Bunu yaparken de mizah en güzel araç oluyor yazar için. Kurgusu, sade dili ve konusuyla bence oldukça iyi bir kitap elimizdeki. On yaşındaki torun ve yetmiş beş yaşındaki anneannenin internet oyunlarına kapıldığı bu macera dolu günü siz de merak ediyorsanız hiç kaçırmayın derim….

Yazının Devamı

Gökyüzünün Rengi

Bu kitabın yazarını, niyetini, kalemini ve sözcüklerini çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de kullanmasını çok seviyor ve değerli buluyorum. Daha önce diğer kitapları ile ilgili de yazmıştım. Gökyüzünün Rengi de yine keyifle okuduğumuz, okurken düşündüğümüz ve bize “başka türlüsü de mümkün” dedirten bir kitap. Ezberin tam karşısında, farklı ve yeni olana yol açan bir yanı var aynı zamanda. Peter H.Reynolds bence çocuk edebiyatı alanında; düşünce, felsefe ve daha pek çok kavram için anahtar isimlerden. Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni Oya Alpar.

Marisol adlı karakter sayesinde hayatı sorgulamaya başlıyoruz okur olarak. Nasıl da özenli ve güzel bir telaş. Bu küçük kız resim yapmayı çok seviyor ve bu sevgisine okur olarak bizleri de dahil ediyor. Yazanı ve resimleyeni aynı olan kitaplardan birisi elimdeki. Dolayısıyla çok daha şanslıyız okur olarak. Çünkü söz ve resim birlikteliği ustalıkla veriliyor. Arada durup resimleri incelerken yakalıyorum kendimi. Çocuklar için yazılmış bir kitap ile tüm klasik öğretiler nasıl tersine çevrilir, işte bunu görüyoruz her sayfada. Eleştirel düşünme becerisi de eklenebilir buna elbette. Ama öyle kocaman kocaman sözlerle değil, sadece ana karakter Marisol’un resim yapma isteğiyle ulaşıyoruz bunlara. İşte, bence küçük sözlerle kocaman etki bırakmak böyle bir şey ve yazar sahiden bu konuda çok iyi.

Sadece çocuklar değil, bence daha çok büyüklerin okuması gereken bir kitap. Yazarın belki de tüm kitapları için bunu söylemek mümkün. Bize unuttuğumuz şeyleri hatırlatıyor çünkü. O sosyalleşme denilen süreçte bazen kalıp yargılara girdiğimiz gerçeğini gösteriyor usulca. Sonra oralardan geri dönüldüğünde nasıl da güzel şeyler görüp yaşayacağımızı fısıldıyor. Gökyüzünü maviye boyamak isteyen ama o rengi elinde olmadığı için bir karmaşaya ve sorgulamaya düşen Marisol, gökyüzüne daha yakından bakınca çok fazla renk görüyor ve sonunda onun sadece maviden oluşmadığını anlıyor. Bu kısmı okurken ben de resim yaparken otomatik olarak maviye kaydığımı düşündüm. Eminim pek çok kişi de öyledir. Ama Marisol gibi biz de biliyoruz ki aslında bir çok renk var gökyüzünde ve bunlarla çok daha güzel görüntüler çıkıyor ortaya. Okullarındaki duvarda yer alan resim kısmında gökyüzünü işte bu güzelliklerle dolduran Marisol hem görsel bir şölen sunuyor okura, hem de yukarıda da değindiğim gibi pek çok olumlu düşünce bırakıyor bizlere. Sade dili, kurgusu, çocuğun göz hizasından kurulan cümleleri ile bence çok ama çok iyi bir kitap var elimde. En son kısımda yazar şöyle bir not düşmüş: “Bana gökyüzünü boyarken mavi rengi kullanmayı yasaklayan ve böylece düşünme yeteneğimi geliştirmeyi öğreten Aldo Servino’ya…” İşte çocukluk tam da böyle bir şey. Bıraktığınız iz size yıllar sonra geri dönüyor. Umalım da o izler hep iyiden yana olsun ve güzel şeylere vesile olsun.

Yazının Devamı

Elveda Bay Muffin

Ulf Nilsson ile Anna-Clara Tidholm’un birlikteliği ile oluşan “Elveda Bay Muffin”, Ali Arda’nın çevirmenliği ile Türkçe’ye kazandırılıyor. Can Çocuk Yayınları’nın basımı üstlendiği kitap ölüm konusunu ele alan hüzünlü ve gerçekçi yanıyla okur olarak bizleri etkileyen bir kitap. Konu zor olunca kullanılan dil ve çocuğa görelik kavramları da yine önümüze geliyor.

Bir çocuğun gözünden dinliyoruz aslında Bay Muffin’in ölüme yaklaşma anını. Onun merakı, hüznü ve endişesi ile okuyoruz kitabı. Çocuğun gözünden ve dilinden anlatılınca daha da yakın geliyor anlatılanlar. Yaşlı bir kobay olan Muffin’e mektuplar yazarak ölümü kafasında sorgulayan çocuk ile okur olarak bizler de o sorgulamaya giriyoruz. Sadece ölüm değil, aslında Bay Muffin’in yaşamını izlerken, hayatın döngüsünü de düşünüyoruz. Mutlu bir evlilik geçiren ve çocuklarıyla keyifli zamanları olan Bay Muffin ile ilgili çok hoşuma giden bir detay da verilmiş. O da; bir gün altı çocuğuyla yürüyüşe çıkan Bay Muffin’in kendilerine saldıracaklarını düşündüğü büyük bir kuşu gördüğünde bayılmasıydı. Bu ufak detayla, kanıksanmış ve ezberletilmeye çalışılan o klasik güçlü, duygularından arınmış baba ve erkek rolünü küçük bir tersine çevirme gördüm kendimce. Ayrıca tüm duyguların hepimiz için gerçek olduğunu hatırlatması açısından da güzel bir detaydı. Çocukları korkudan bayılan Bay Muffin’i yalnız bırakmıyorlar ve bu onlar için en uzun yürüyüşü yapıyorlar. Çok tanıdık ve içten bir paylaşımdı bu kısım bence.

Dilin sadeliği, kurgunun çocuk dünyasına yakınlığı bir yana, ölümü yine sorgulamaları ile birlikte okura bırakmasıyla da bence oldukça nazik bir geçiş yapıyor yazar. Böylece kalıp yargılardan uzaklaşıyor ve Bay Muffin’e gerçekte ölümü yaşayan olarak aslında ölümün ne olduğunu en iyi kendisinin bildiğini söylüyor çocuk. Ölümün kendisi zor bir kavram ve kültürel öğelerle bezenmiş bir yas sürecini taşıyor. Dolayısıyla toplumlar arasında elbette farklılık gösterecek bir durum. Bununla beraber çocukla hayata dair her şeyin konuşulabilmesi gereğini hissedenlerden birisi olarak yanınızdaki minik okurla; elbette onun duygu ve düşünce dünyasına uygun olarak ölüm konusunu konuşmak için, büyükler olarak sizlere de bir fırsat veriyor kitap. Birine veda etmenin kolay olmadığını biliyorum, bununla beraber hayatın kocaman bir gerçeği olarak da karşımızda duruyor ölüm konusu. Bizlerin konuya yaklaşımını kaydeden minikler de tepkileri ve olayı yaşama şeklini büyük oranda bizlere yakın kuruyor. Belki tam da bu nedenle toplum olarak bizler için de tabu olan ölüm konusunu konuşma ve üzerine düşünmek için Bay Muffin iyi bir edebiyat ürünü olarak duygularımıza tercüman olabilir.

Yazının Devamı

Bir Ebeveyn Çılgınlığı Olarak İnternet

Epeydir kafamda olan bir konu son hafta aniden bizlerin de gündemine geldi. 9 yaşındaki kızım okuldan gelince sınıf arkadaşlarından bazılarının Squid Game adlı bir diziyi izlediğini ve içeriğini merak ettiğini söyledi. Diziyi o güne kadar izlememiştik. Önce üzerine okuduğumuz yazılar ve dinlediklerimiz üzerinden kısaca bu dizinin kendisine ve yaşına uygun olmadığını söyledik. Sonra oturup diziyi izledim ve ülkeler bazında bunca yaygara koparan dizinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Henüz birkaç bölüm izlememle 4.sınıf öğrencilerinin nasıl olup da bu diziyi izlediklerine dair şaşkınlığa düştüm. Üstelik çok daha üzücü olan yanı da şu; çoğu çocuk bu diziyi ailesiyle, yani anne veya babasıyla beraber izlemiş. Bundan daha büyük bir saçmalık nasıl olabilir bilmiyorum sahiden. Hangi anne ve baba çocuğuna bilerek bu kötülüğü yapabilir...

Dizi ile ilgili yetişkin bir izleyici olarak görüşlerimi bu yazıda paylaşmayacağım. Sadece üzüldüğüm ve sorumsuz ebeveyn tarafında olanlar açısından yazmak istiyorum bu yazıda. Üzerinden 18 yaş üstü diye uyarı bulunan, şiddet, cinsellik ve olumsuz görüntülere dair uyarısı yapılan bir dizi nasıl olur da ilköğretim seviyesine kadar düşer. Epeyce düşündüm üzerinde. Anne ve babalar olarak çoğu durumda güya çocuklarımız için elimizden geleni yapıyoruz. Mesela ek gıdaya 1. ya da veya 3.ayda başlanabiliyor mu? Elbette hayır. Başladığınızda çocuğunuzun biyolojik yapısı buna uygun olmadığı için; ya bağırsaklarında, ya midesinde veya başka bir yerde sorun çıkacak. Bu kısmı belki de şanslı olunan yanı olur; çünkü muhtemelen bebek boğulur ve bu denemeniz hüsranla sonuçlanır. İşte, vaktinden önce izlenen, maruz kalınan görseller de çocuklar için benzer şeylere sebep oluyor. Bu yazıyı okuyanlar “Benim çocuğumu yetiştirme şeklimden size ne!” diyebilir ama bizler aynı toplumun parçalarıyız. Tek başına kendi çocuğumla ilgili yapmam gerekeni yapsam bile maalesef oluşacak zararı toplum olarak hepimiz ödüyoruz. Birbirini döven, şiddet uygulayan ve patlamaya her an hazır bir neslin içinde çocuk büyütmek kolay iş değil. O nedenle herkesin elini taşın altına koyma vakti diye düşünüyorum. Mesele sadece bu dizi değil elbette. Bu diziye gelene kadar sayısız içerikle karşı karşıya kalıyor çocuklar. Çoğunda da maalesef kontrolsüz bir şekilde o görseller çocukların hafızalarına yerleşiyor. Oyunlarda, filmlerde, dizilerde; yaşına, ruhsal durumuna, duygu durumuna uygun olmayan içerikle karşılaşan çocuğun yaşayacağı zarar da maalesef hem onu ve ailesini, hem de çevresini etkiliyor. Bazı ülkeler bu diziyle ilgili uyarılar yaptı, bazı okullar velilere uyarı yazıları yolladı. Sosyal medyada pek çok psikolog ve uzman konu ile ilgili görüşlerini iletti. Tüm bunların yanında ve bunlarla birlikte ben hala bir çocuğun bu diziyi nasıl olup da ebeveyn ile izlediği kısmındayım. Sahiden kaç gündür bu dönüyor zihnimde. Neden anne ve babalar çocuklarına bu zararı verir? Bunu yaparken hiç mi görmez yanındaki küçük bedeni, ruhu. Hiç mi izlemez sonrasında yaşadıklarını?

İnternetin araçsal olarak kullanılmadığı durumlarda nasıl sorunlar ortaya çıktığına dair alanın uzmanlarıyla farklı platformlarda biraraya gelip konuştuk; bunları açık erişime de sunduk. Bununla birlikte çocuğa uygun içerikler ile ilgili paylaşımlar yapan, bu konuda kitap çıkaran çok değerli isimler var; ilk aklıma gelen Burak Göral. Örneğin onun seçtikleri ile bir önizleme yapılabilir. Ben kendisiyle iki kez çalışmaları hakkında bilgi paylaşımında bulundum. Kısacası çocuğunuza uygun ve onun hayal dünyasına denk düşen yayınları bulmak konusunda aslında daha şanslı bir dönemdeyiz. Bununla beraber tam tersi de mümkün. Çocuğu sınırsız bir şekilde ekrana maruz bırakmanın türlü zararları olduğunu uzmanlar kendi alanlarından örneklerle zaten söylüyor. En basiti dil gelişiminde gerileme, konuşma bozuklukları, dikkat eksikliği ve hiperaktivite de artış, korku, endişe, anksiyete ve bir ton şey. Pandemi boyunca kişisel olarak çocuğa dair hemen her konuda içerik paylaşımında bulunmaya çabaladım ve hala devam ediyorum. Çocuğa uygun içerik sadece görsel değil, aynı zamanda basılı olarak da oluyor ve ben bu yazılar çerçevesinde “nitelikli” diye bildiğim kitaplar üzerine yazarak azıcık da olsa bir şey yapmaya çabalıyorum. Başka kişiler de kendi alanlarından benzer telaşlarda. Söyleşilerle, videolarla, yazılarla, görsellerle, kitaplarla “çocuğa göre”, “çocuğa uygun” konularına değiniyorlar. Sayısız ve uygun olmayan içerikle çocuğu baş başa bırakmak ve belki de canımı daha da acıtan kısmı ile onunla beraber bu uygunsuz içerikleri izlemek ve bunu hiç önemsememek boğulmak üzere olan çocukla yan yana durmaktan farksız. Biraz dozunu aşan veya sert gelen bir yazı olabilir ama yine de söylemek istiyorum; çocuk büyütmek bu değil. “Belki” ile başlayacaktım cümleme ama çok bocaladım; o nedenle şöyle başlıyorum; aslında ilk önce kendimizi eğitmemiz gerekiyor, çocuk kısmı bundan sonrasında… ayrıca ve son olarak da çocuğunu sevmek onun iyiliğine çabalamak ve bu konuda en çok kendinle mücadele etmekle oluyor sanırım.

Yazının Devamı

Üç Çocuk, Bir Öğretmen ve Unutulmaz Bir Gün

Pek çok açıdan tanıdık hikayelerle dolu ve hepimizin hayatından parçaların yer aldığı bir kitap var elimizde. Pek çok ödül almış ve galiba bunun nedeni de hepimize dokunan bir yanının olması. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan ve John David Anderson’ın kaleme aldığı kitabın çevirmeni Damla Kellecioğlu. Öğretmenlerinin aniden rahatsızlanması nedeniyle onunla geçirecekleri ve vedalaşacakları parti günü iptal edilen üç çocuğun macerasına dahil oluyoruz okur olarak. Birbirinden farklı yaşamlar, dostluk ve dayanışmanın ağır bastığı kitaba çok fazla duygu eşlik ediyor. Öğretmen Bayan Bixby, öğrencileri için şans olanlardan birisi. Kitabı okurken kendi öğrencilik yıllarıma döndüm sıkça. Belki sayısız öğretmenle karşılaşıyorsunuz ama kaç tanesi hayatınıza dokunuyor, dokunabiliyor, orası tartışmalı. İşte Bayan Bixby çocukların hayatına dokunan ve iz bırakan isimlerden birisi. Kitabın içtenliği ve okuru sarıp sarmalaması da her çocuğun hikayesinde o dokunuşları görmek ve hissetmekte saklı sanırım.

Bu kitabı okurken başka kitaplar da çağrıştı zihnimde. Örneğin çocuklardan bir tanesinin çizimlerinin iyi olması ama bunun, ailesi ve diğerleri tarafından değer görmemesi nedeniyle ötelendiği durumda öğretmen o çizimleri ve karalamaları saklıyor. Sonra da bunları öğrencisiyle paylaşırken, aslında nasıl da kıymetli ve özel bir yeteneği olduğunu anımsatıyor çocuğa. Buruşturulmuş ve çöpe atılmış taslak kağıtların özenle düzeltilip dosyalandığını gören çocuk belki de hayatında ilk defa sahiden “görünür” oluyor ve bu onun için önemli bir an. Elbette okur olarak bizlerin de. İşte tam bu kısımda aklıma çok severek okuduğum “Nokta” kitabı ve sevgili yazarı Peter H. Reynolds geliyor. Sanki aynı şeyi, birisi resimli kitapla, diğeri romanla yapıyor. İçimden belki de ruh kardeşlikleri vardır diye geçiyor.

Yine bir başka çocuğun hayatına ve kollarına yüklenen yükü gören ve bunu onunla paylaşan Bayan Bixby sanki sadece öğrencisinin değil, hepimizin yüküne el atıyor gibi. Sade, içten, duyarlı ve dolu dolu bir öğretmen var karşımızda. Dolayısıyla dokunduğu yaşamlar da birer birer açılan çiçekler gibi zamanı gelince okuru hayran bırakıyor kendisine. Çok fazla şey biriktiriyor kitap okurda duygu olarak. O nedenle üzerine yazması da zorlaşıyor ama bir yandan da yine de yazma gereği duyuyor insan. Daha fazla aileye, çocuğa ve eğitimciye ulaşmasını diliyorsunuz okurken. Hepimizin kendi açısından alacakları var çünkü bu kitaptan. Ebeveyn yanım çok beslendi mesela ama sanırım daha çok kendi çocukluğumdaki haller geçti gözümün önünden. 40 yaşımla okurken, ilkokul dönemine geri döndüm ve orada bana iyi gelenler ile gelmeyenleri düşündüm. Bazen küçücük bir dokunuşun nasıl da kıymetli olduğunu biliyorum. Sanki içinde bulunduğumuz ve her şeyin ama her şeyin büyük bir hızla döndüğü dünyada bu güzel, sıcak ve naif dokunuşları görmek daha da zorlaşıyor. Tam da bu nedenle bize bir şeyleri anımsatması anlamında kıymetli buluyorum kitabı.

Yazının Devamı

Sıfır’ın Yaz Tatili

Rahşan İnal’ın kaleminden çıkan “Sıfır’ın Yaz Tatili” kitabı bir niyetle yola çıkmış. Bu ilk sayfalardan itibaren belli zaten. Didaktik değil ama bir sorunu çocuk dünyası için sorun olmaktan çıkarıp keyifli hale getirmeye çabalıyor. Normalde başından konu ve niyetini anladığım kitaplara biraz mesafeli duruyorum, öncelikle bunu itiraf etmeliyim. Yani “bence” çocuk edebiyatı eğitimsel bir araç niyetiyle yola çıktığında tadından kaçıyor bazı şeyler. Bununla beraber sahiden de keyifli bir yolculuk bekliyor okuru. Ayrıca maalesef matematik konusu bizim gibi toplumlarda hayatın bir parçası olarak görülemiyor. Hayatın içindeki her şeyde matematiksel bir dengenin olduğu göz ardı ediliyor ve daha da ötesi öğrenme süreci eğlenceli bir hale gelemiyor. Dolayısıyla bu anlamda çocuklardan yana bir çabada olan yazarın niyeti sevimli hale geliyor bana. Müjde Başkale’nin resimleriyle daha da güzelleşen kitap İletişim Yayınları’ndan çıkıyor.

Yazarın konuya olan hassasiyeti her sayfada kendini gösteriyor. Haklı da bir duruş aslında. Örneğin yaz tatili boyunca açılmayan matematik defterinde sıkılan Sıfır rakamı gibi. Daha önce okuduğum bir araştırma yazısında yaz tatillerinde özellikle sosyokültürel açıdan geri bölge ve ailelerdeki çocukların okul ve okulda öğrenilenlerle olan bağının koptuğu ve akranlarına göre yeni dönem başladığında daha geride oldukları yönündeydi. Yani bütün bir yazı öğrenme sürecinden mahrum geçiren bu çocuklar ile diğerleri arasındaki makas sürekli ve özellikle yaz tatillerinde açılıyordu. Öğrenmek sadece oturup matematik çalışmak değil elbette ve zaten araştırma da bunu söylemiyor. Öğrenme, hayatın bir parçası ve onu hayatın içinde işler hale getirebilmek önemli. Sanırım yazar da biraz buradan yol alıyor. Bu anlamda yetişkin okur olarak hepimizi uyarıyor yazar. İyi de yapıyor. Ada adındaki kız çocuğu, karşısında bir anda Sıfır rakamını görüyor ve onunla birlikte sohbete dalıyor. Böylece onunla beraber okur olarak bizler de aslında konu tekrarı yapıyoruz ama en eğlenceli haliyle. Güzel bir gün geçiren ve keyfi yerinde olan Sıfır da deftere geri döndüğünde diğer rakamları da aynı deneyime alıştıracak ve yeni maceralar okuru bekleyecek gibi.

Matematik ile ilgili sorunu masaya yatıran ve bunu edebiyat ile harmanlayıp çocukların önüne sunan bazı kitapları daha önce okumuştum. Bunlar içinde Haritada Kaybolmak ve Kraliçeyi Kurtarmak romanlarını özellikle anmak isterim. Harika bir kurgu ile yazar kendi çocuğunda yaşadığı sıkıntıyı tüm çocuklar adına çözme niyetine girmişti. Vladimir Tumanov bu anlamda çok güzel bir örnek ama elimdeki kitaptan daha büyük çocuklara hitap ediyor ve türü farklı. Elimdeki kitap ise daha küçük yaş grubuna, ilköğretimin ilk yıllarına tekabül ediyor. Resimli kitap olarak ilk defa denk geliyorum bu tarza. Bu anlamda bence iyi bir başlangıç. Bir de yukarıda da değindiğim gibi öğrenme sürecini çok hızlı rafa kaldıran ve uzun tatil dönemlerini her açıdan tembelliğe bırakmaya meyletmiş toplumlar için de bence uyarıcı olmuş. Gezerek, görerek, yorumlayarak, kısacası hayatın her alanındaki öğrenme sürecini okullarla birleştirebilirsek, ya da okulda öğrendiklerimizi hayatın içinde uygulayabilirsek her şey daha kalıcı hale gelecektir. Şimdi yazarken aklıma geldi; kızımın öğretmeni de kesirleri işlerken “Bunu ekmekle, meyveyle ve diğer şeylerle tekrar edin ve ona sorarak kalıcı hale gelmesini sağlayın” demişti. Galiba yazar da benzer düşüncelerden yola çıkıyor. Bu anlamda güzel ve değişik bir deneyim oldu bana da. Bakalım seri olarak devam edebilecek mi? Merakla bekliyorum.

Yazının Devamı

Küçük Bir Sorunum Var Dedi Ayı

Daha önce Komşu Teyze kitabını okumuş ve çok sevmiştik Heinz Janish’in. Şimdi de elimdeki kitap için aynı şeyi düşünüyorum. Ustalıkla ve incelikle oluşturulmuş bir kitap “Küçük Bir Sorunum Var Dedi Küçük Ayı.” Galiba yazarın diğer kitaplarını da bulup okuyacağız. Ayrı bir tad ve bakış açısı sahiden okuyan ve izleyene. Silke Leffler’in çizimlerini de elbette atlamıyorum. Çizimler de yazıyı tamamlıyor ve anlatılmak istenende yazar kadar rol kapıyor. Resimli kitapların güzel olan yanı da bu birlikteliği yakalayabilmek. Yapı Kredi Yayınları tarafından basımı yapılan kitabın çevirmeni ise Gaye Yeşim Sezer.

Çocuk edebiyatını neden sevdiğimi bir kez daha anladım bu kitapla. Sayfalarca anlatılacak şeyi az ama öz sözler ve çizimlerle önümüze koyuyor çünkü. Örneğin elimdeki kitabı okurken iyi niyetli olmanın birini anlamak için yeterli olmadığını anladım bir kez daha. Bana anımsattığı şey oldukça önemliydi. Ayının bir sorunu var ama karşısına çıkan herkes kendi kültürel ve mesleki deneyiminden yola çıkıp yorum yapıyor ve dinlemeden kendince reçeteler çıkarıyor ayıya. Bazen hepimiz aynı hatalara düşebiliyoruz. Ama sanırım yaş aldıkça kişiye en iyi gelen şeyin kendi sesini dinlemek olduğunu anlıyor insan. Buna ilave olarak o sesi dinlerken karşısında kendisine sorularıyla yardımcı olan ve kendi cevabını bulan birisi varsa bir kat daha şanslı oluyor kişi. Bu kitap bu kadar önemli bir konuyu bize öylesine içtenlikle ve görsel zenginlikle sunuyor ki, sahiden her yetişkinin alıp okuması gerekenlerden. Galiba hem yetişkin olarak, hem de çocuklarla olan iletişimimizde çoğumuz ayıya yardımcı olamayan genel çoğunluk gibi davranıyoruz. Daha dinlemeden, anlamadan, aynının kendisini anlamasını ve ifade etmesine fırsat vermeden çözüm bulmak adı altında yanlışa düşüyoruz. Neyse ki bizim sevimli ayımız sonunda kendisini dinleyen bir sinek sayesinde rahatlıyor ve okur olarak bizleri de rahatlatıyor.

Kitabı maaile okuyoruz genelde. Bu zamanı da çok kıymetli buluyorum. Tüm ailenin bir kitap etrafında toplanması hayattan koparılan en güzel zamanlar. Bu, çocuk edebiyatı etrafında olunca da ayrıca keyifli bir zaman dilimi oluyor bize. Yaş aralıklarımız farklı olsa da en küçüğümüzü baz alıp genelde resimli kitaplardan seçiyoruz bu zamanı. Bence bu kitapların da yaş sınırı yok. Çünkü her metnin, her kitabın, her görselin her birimizdeki çağrışımları farklı ve güzel olan da bu. Sadece şunu belirtmek istiyorum; ben bazen kitaba kendimi kaptırıp yorum yapabiliyorum bu zamanlarda. Bu kitap için de aynısı oldu. Aniden “Yav sus bir dinle, ne olur yani dinlesen, yeter artık” dedim ayıyı dinlemeyen bilmem kaçıncı kişide. Yorumlarıma biraz daha dikkat edip sohbet çerçevesini ufaklıklara bırakırsam daha iyi olacak galiba diyerek sonlandırıyorum bu güzel yazarın kitabını.

Yazının Devamı