Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Deniz Kızı ve Delfi

Şahika Ercümen dalış şampiyonu bir sporcumuz ve bu yaz onunla birlikte gururlandık. Başarısı, azmi, niyetlendikleri ile bence örnek kişilerden birisi. Onu ilk kez Nilay Örnek’le yaptığı söyleşi ile yakından tanıdım. Astım alerji ile geçen zor çocukluğunu kendi çocuklarıma benzettim; çünkü ikisinde de bu tanı var. Elbette Şahika Ercümen’in bu tanıyı aldığı yıllar ve hastalık ile ilgili tedavi yöntemleri onun çocukluğunda her şeyi bir çocuk için daha da zorlaştırıyordu ve kendisi de bunu anlatıyor zaten. Çanakkale’de geçen çocukluğunda okula bile gidemez hale gelmesi ile ailesi onu alıp İstanbul’a getiriyor ve tedavisi ile ilgili doğru adımlar bundan sonra geliyor. Şimdilerde durum sanki o zamana kıyasla çok daha iyi durumda tıbbi açıdan. İnsan başına gelenlere verdiği tepkilerle şekilleniyor ya, hastalık da bunlardan birisi ve Şahika Ercümen nefesin nasıl önemli olduğunu biliyor ve bununla birlikte dalışa merak salıyor. Okul hayatındaki başarısını arttıran spor sayesinde aynı zamanda sağlıklı bir bedene de kavuşuyor. Suya olan merakı sayesinde kendi sınırlarını zorluyor ve başarılar onu takip ediyor. Elbette kolay olmuyor hiçbir şey ve söyleşi boyunca onun mücadelesini hissederek dinledim açıkçası. Diyetisyen olan Ercümen’in “Benim için sağlıklı olmayanı yemeyi sevmiyorum” cümlesi öyle çok hoşuma gitti ki, bunu özellikle tüm çocukların duymasını isterim. Anda kalmak, kendine ve yaptığın işe odaklanmak onun başarısındaki temel cümleler gibi.

Sadece bunlar da değil, tüm yaşamsal tecrübesini paylaşırken kendisi için eşsiz olan deniz altını ve oradaki endişeleri ile heyecanlarını da paylaşmak istiyor Ercümen. İşte bunun için de bugünkü yazıya konu olan kitabı, yani Deniz Kızı ve Delfi’yi yazıyor. Sudaki kirlenmeye, iklim değişikliğine, insanların para kazanma hırsı ile etraflarına verdikleri zararlara dokunuyor Ercümen kitabıyla. Niyeti belli, yapmak istediği net ve bunun için kalemi alıyor eline. Dolayısıyla bu kitabı edebi değerinden bağımsız olarak ve oraya dokunmadan çok sevdim. Ercümen’in çabasına saygı duydum ve bu kitapla beraber yazarını da tanısınlar istedim çocuklar. İpek Konak’ın resimlediği kitabı Doğan Egmont basıyor. Ben epeydir almak istiyordum kitabı ve bu ara spora meraklı olan yeğenim ile kızımı izleyince de onlarla beraber almaya karar verdim. Okudum onlardan önce ve şimdi sıra onlarda. Elbette yazarın söyleşisini de dinlettim; çünkü başarının nasıl bir emek ve çaba ile geldiğini duymalarını istedim. Su kirliliğine dikkat çeken yazar, aynı zamanda yunus parklarında acı çeken canlıları da duymamızı sağlıyor. Deniz altına ve oradaki canlılara dair yeni bilgiler edindiğimiz kitabın arka kısmında da sudaki yaşam ile ilgili daha detaylı bilgiler var. Ayrıca okuyucuyu bu konuyla ilgili harekete çağırıyor ve sudaki kirlenmeye karşı yapılabilecekler ile ilgili de uyarıyor. Bence sevimli bir kitap olmuş. Emeği geçenlere teşekkür etmek istedim.

Yazının Devamı

Çok Büyüksün, Çok Küçüksün

Catherine Leblanc tarafından yazılan ve Ève Tharlet tarafından resimlenen “Çok BÜYÜKSÜN, çok küçüksün” kitabı o kadar tanıdık, o kadar bizden bir kitap ki, çocukla yaşayan herkesin de okuduktan sonra aynı şeyi düşüneceğine eminim. Türkçe’ye Çiğdem Şehsuvaroğlu’nun çevirdiği kitabın basımını Meav Yayıncılık üstleniyor. Çocuk kütüphanesinden evimize gelen kitaplardan birisi ve bizim evin ufaklığı ile okuduğumuzda o da arada güldü yazılanlara. Onu anlatıyor çünkü ve ebeveyn olarak bizleri. Kendinden bir şeyler görünce de ister istemez tebessüm ediyor insan.

Çocuklu olan her ailede benzer şeyler oluyordur diye düşündüm okurken ve resimleri izlerken. Bazı şeyler için henüz küçük olan ama bazı şeyler için de yeterince büyük olan anlarımıza ışık tutuyor Catherine Leblanc. Çocukların da bizim söylemlerimizle kafalarının karışması normal ama tam da bu kitapta olduğu gibi onlar da bizlerin kafalarını çok iyi karıştırıyorlar. Bu durum tecrübeyle sabittir. Küçük ayıcık anne ve babasının kendisini yapabilecekleri ve yapamayacakları konusunda küçüksün veya büyüksün sözleri üzerinden uyarması ile karışıklığa düşer. Sonunda o da anne ve babasının yaptıklarını yakın incelemeye alır ve onlardan gelen cümleler ile konuşmaya başlayarak bir çeşit bumerang etkisi yaratır. Çocuk ve ergen ruh sağlığı uzmanları sıkça ebeveynlerin çocuklar için ayna vazifesi gördüğünü söylerler. Sizden onlara giden söz ve davranışlar hiç beklemediğiniz bir anda size geri döner ve bu hal size hem sevimli, hem de komik gelir. Daha dün sosyal medyada bir anne önüne konulan yemeği yemeyi reddediyor ve yanındaki kızının cümleleri ile yemek istemediğini ifade ediyordu. Küçük kız kısa bir şaşkınlıktan sonra annesinin bu durumlarda kendisine söylediği sözlerle onu yemeye ikna ediyordu. Yer değiştiriyorlardı kısacası ve ben de bunu zaman zaman yaparım. Çocukların çok iyi kayıt makinaları olduğunu da hemen anlıyoruz bu basit taktiklerle. Bu kitap biraz da o anlara götürdü beni. Resimleri de çok güzel. Resimli kitapları ayrıca çok sevdiğimi söylememe gerek yok galiba. Söz ve resmin, sanatın sürekli yer değiştirmesi gibi güzeli yok.

Çocuğunuzla beraber okurken keyif alacağınız ve kendinizden cümleler, davranış örüntüleri bulacağınız sıcacık ve sevgi dolu bir kitap. Unutmadan bu satırları yazarken bizim evin Şakir’i ağlayarak beni aradı ve oyuncaklarını toplayacak kadar büyümediğini(oysa yakında 5 yaşında olacak ve bence bunun için yeterince büyüdü), henüz çok küçük olduğunu söyledi. Oysa bir gün önce pek çok şeyi tek başına yapacak kadar büyüdüğünü iddia ediyordu. Çok seviyorum bu hallerini ve niyetlerini açık etmedeki tecrübesizliklerini. Hepsi güzel anılar olarak kalacak kişisel tarihlerimizde. Bu kitapta küçük ayı, anne ve babasıyla dalga geçiyor son bölümde ve ben de o halleri merakla bekliyorum. Çünkü çocukların büyükleriyle eğlenmeye başladıkları halleri hep hoşuma gitmiştir ama umarım bu cümlemi sarfettiğim için pişman olacağım kadar abartmazlar durumu. Eğlenmek, espri yapmak, aldıkları olumluyu size çevirmeleri çok güzel ve insanı mutlu eden, zenginleştiren, kendine bakmanızı sağlayan bir şey. Çocuk edebiyatı belki de bir yönüyle bunda da yardımcı oluyor biz ebeveynlere. Çocuğun gözünden bakarken, yetişkinlerin hallerine de ayna tutuyor aslında. Tam da bu nedenle çocuğa ebeveynin okuması bence bir kat daha güzel ve besleyici.

Yazının Devamı

Annepot

Taze Kitap tarafından basımı yapılan ve Aslı Aslı E. Perker tarafından yazılan kitabı bir süre önce okumuştum. Okuduğumdan beri de üzerine konuşmak, yazmak ve bir şeyler söyleme isteğim canlı kaldı. Ezgi Keleş’in resimlediği kitap bence ortak bir yaramızdan dem vuruyor. Hem de çocuk edebiyatının büyülü dünyası ile. Tebessüm ederken üzerinde daha fazla düşündüğüm, çocuklarla konuşabilmek için fırsat kolladığım bir kitap oldu.

Kitabımızın ana kahramanı olan Deniz’in gözünden izliyoruz annesini. Bekar bir anne olduğu anlaşılan anne, her işi tek başına yapmaya çabalıyor. Bunu yaparken de Deniz’in gözünde bir ahtapot gibi algılanıyor. Basit gibi görünen ama “çocuğu tek büyütmek” diye yazıldığı kadar basit olmayan bu işte yalnız kalan tüm kadınlar belirdi gözümün önünde. Elbette kadınların bir ton sorunu var. Daha yakın zamanda “sahiplendirilebilecekleri” şeklinde aklımızın almadığı ifadelerle karşılaştık. Maalesef hemen her gün kadınlar öldürülüyor ve şiddetin neredeyse her türlüsüne maruz kalıyorlar. Bu kitap özelinde kalacak olursam; tek başına çocuk veya çocukları büyütmek de oldukça zahmetli, zor ve yıpratıcı bir süreç. Ayrıca ben zararının sadece kadına değil, onun yardımsız ve yalnız kaldığı halleriyle kalan çocuk veya çocuklar için de zor ve zararlı olduğunu düşünüyorum bu durumun. Bunun yanında eşiyle beraber olup da bekar bir anne gibi çocuklarının bakımından tek başına sorumlu olan kadınlar var ve onlar çocuklarına ilave olarak eşlerinin de istekleriyle baş etmek zorunda kalıyor. Çalışan anne olsun olmasın kadınlar olarak bizlere yüklenen roller hep artıyor ve o ağırlığın altında çırpınıyoruz. Bu kitaptaki ana kahraman Deniz’in gözünden mor renkli bir ahtapot olan annesinin halini izlerken “her şeyi yalnız yapabilen, güçlü kadın ve anne” misyonunun nasıl da tehlikeli, yanlış ve zedeleyici olduğunu düşündüm bir kez daha. Aksesuar olarak evliliğinin veya çocuğunun bakımında duran tüm babaların bu konuda tekrar tekrar düşünüp, zorbalığa ve şiddete (fiziksel veya ruhsal) son vermelerini diliyorum. Elbette bu dilek tek başına değil ve sadece dilemeyle yetinilecek bir şey değil, tam da bu nedenle kadınlar, hakları için sürekli mücadele etmek zorunda bu ülkede. Bunu, kadına yönelik her kararda, kadının üstün yararını düşünmesi gereken karar vericiler ve yöneticiler de düşünmeli. Varolan haklarımız için çabalarken, bunu yok edecek söz ve eylemlerden ısrarla kaçınılması da gerekiyor. İster politik lider, ister kanaat önderi olsun herhangi bir şekilde kadının zararına bir söylem veya oluşum içindeyse kişi, bence bunu caydırıcı cezai işlemler hemen devreye girmeli. Dilin alıştığına eylem de eşlik edebiliyor maalesef. Cezasız kalan suçların, potansiyel suçları arttırması gibi.

Çokça olumsuz örnek var bu konuda ülke bazında maalesef ama kitaba dönecek olursam, yazar hem mizahi bir dille durumu ortaya koyuyor, hem de bizleri düşünmeye sevk ediyor. Çizerin payını da vermek lazım, resimli kitap olarak oldukça güzel bir iş çıkarmışlar. Kitapta anne, ailesi ve yakınlarıyla olacağı bir yere taşınıyor ve kendisine çocuk bakımı ile ilgili küçük küçük destekler geliyor. İşte o andan itibaren annepot olan kadın yavaş yavaş kendi kimliğine dönüyor. Dayanışma çok güzel ve övünülesi bir şey ama bundan öte bence vurgulanması ve üzerinde durulması gereken konu çocuk bakımında çiftlerin eşit şekilde sorumluluk yüklenmesi ve bu konudaki tüm işlerde paylaşım yapabilmesi. Ebeveyn kaybı konusunu da düşünerek belirtirsek, her iş yerinde kreşlerin olması, bu konuda annenin desteklenmesi de yasal olarak zorunlu hale getirilmelidir. Elbette güzel kararlar ve iyi örnekler var ama bunun geliştirilmesi gerekir. İlk aklıma gelen olarak belirtirsem çocuğun hasta olduğu durumlarda veya okulların herhangi bir sebeple eğitime ara verdiği durumlarda özellikle küçük çocuğu olan bekar annelere, bekar değilse ebeyevnlerden birisine çocuğuna bakabilmesi için koşulsuz izin verilmesi hemen her iş yerinde zorunlu hale getirilmeli ve bu konuda devlet desteği sağlanmalıdır. Annepot kitabındaki Deniz annesini normal bir insan ve kadın olarak görmeye başladığında okur olarak bizler de derin bir soluk alıyoruz. Her şeyin altından kalmamak adına sürekli kendisinden taviz veren ve daha da zorlanan anneler, bekar anneler hepinize sıkıca sarılıyorum.

Yazının Devamı

Endişe Ağacı

Epeydir yazmayla ilgili sorun yaşıyordum. Bunu çözmek için kendime iyi gelen şeylere yöneldim. Aslında yazmak hep iyi gelen olmuştur ama niyeyse onda da duralayabiliyor insan. O sıralarda kitap kulübümüzde Endişe Ağacı’nı okuyalım diye konuşuldu ve ben de alıp geldim eve. MarianneMusgrove yazıyor, Doğanay Banu Pinter de Türkçe’ye çeviriyor. Altın Kitaplar Yayıevi’nin basımını üstlendiği kitabın kapağında “ Çocuk Edebiyatı Aile Terapistleri Ödülü” diye küçük bir not yazılı. Aslında bir çeşit damga gibi onaylı şeyleri çocuk edebiyatıyla yan yana düşünemem ama bazı durumlarda araçsal olarak kitabın “iyileştirici” yanından faydalanmasını isterim insanların. Dolayısıyla etrafında çocuğu endişeli olanlar varsa belki onlar için bu açıklama önemli olabilir. Bundan bağımsız olarak kitabı okurken edebiyat yanının ağır bastığını ifade etmek isterim ki, bence bu güzel bir şey.

Kitabın ana kahramanı Julietendişelerinin izlerini bedeninde gören bir çocuk. Ailesi, kardeşi, anneannesi, okuldaki zorba arkadaşı, sevdiği arkadaşlarının onun sevgisini bölüşememe noktasındaki rekabeti gibi bir sürü uğraştığı konu var Juliet’in. Bunları bazen çözemediğini düşünürken veya sorumluluğu olmayan konuları da kendi sorumluluğuna dahil ederken zorlanıyor haliyle. Tam bu noktada imdada yine bilge kişi anneanne yetişiyor. Kendi çocukluğunda ona iyi gelen endişe ağacı ve onun üzerindeki hayvan dostlarıyla tanıştırıyor Juliet’i. Çok hoş diyaloglar eşlik ediyor bu kısımda. Anneanne kendinden bahsederken, içinde olduğu duruma ve yaşlılık ile ilgili kaygılarına da çözüm arıyor bir yanıyla. Juliet’e yaşadıklarında yalnız olmadığını ve küçükken kendisinin belirli konularda endişeler yaşadığını, hatta ondan büyüklerin de yaşadığını oldukça naif bir dille anlatıyor. Juliet de yaşadıklarına belirli şekillerde tepkiler vermeye başlıyor. Ailesiyle ilgili gerilimli bir anda sesini yükseltmesi ve çok sevdiği iki arkadaşının rekabeti esnasındaki halinde mesela. Kendisini rahatsız eden konuları odasında ve duvarında yer alan ağaçta yaşayan canlılarla paylaşınca bir anlamda çözüme yaklaşıyor aslında.

Duygularıyla yüzleşip bunu ifade etmeye başlamasıyla da etrafındakiler yaptıklarının farkına varıyorlar. Anne ve baba kendi telaşından kızlarının duygularını farkedemediğini anlıyor mesela. Arkadaşları da Juliet’i seçim yapmaya zorladıklarını ve bunun nasıl yıkıcı bir hal aldığını anlıyorlar. Çocuklarda sevdiğim bir şey var, o da sizin ona sunduğunuz iyi sözcük veya eylemleri hiç beklemediğiniz bir anda size farklı bir şekilde geri getirmeleri. Juliet de böyle yapıyor. Anneanneye öyle güzel bir hediye veriyor ki, onu anladığını başka türlü ifade edemezdi. Kısacası okurken çok yönlü düşündüm. Kardeş kıskançlığı, ebeveyn tartışmaları, aile büyüklerinin yaşlanması ve akran zorbalığı. Yazar, hepsini usulca,Juliet aracılığıyla, önümüze koyuyor. Sade dili ve anlatımıyla akıcı bir okumaya bırakıyor okuru aynı zamanda. Beğenerek okudum ve şimdi 11 yaşındaki kızım okuyor. Bakalım onda neye tekabül edecek ve sonrasında nasıl bir sohbetin içinde olacağız? Açıkçası merak ediyorum, çünkü asıl alıcısı o ama çocuk büyüten herkesin de okumasını önerebileceğim bir kitap.

Yazının Devamı

Yazmak, yazamamak ve fazlası…

Bu ülkede kadın olmak her zaman zordu. Elbette sadece bu ülkede değil ama ben yaşadığım coğrafyadan konuşmak istiyorum. En temelde nereden geliyor bunlar diye çok kurcalıyorum zihnimi. Kadının erkeğin gerisinde olması, ona sormadan adım atamaması, onun gölgesinde kalması, ev ve ev işleri ile çocuk bakımına hapsedilmesi ve çok daha fazlası… Ben çocukken bir düğün sonrasında en sık konuşulan konulardan birisi yeni evli çiftin ilk gecesi olurdu. Hatta çocukken anımsadığım o gece yeni evli çiftle aynı evde damadın tarafından birilerinin bir damla kanı bekledikleriydi. Bunun tek bir bölgeyle ilgili olmadığını mahallemizde bir komşumuzun kızının düğün sonrasındaki günde sokağa korna çalarak damat tarafının müjde (!) vermek için girmesi ve bunu tüm sokağa duyurmasıyla anlamış oldum. Çocuk olduğum için sormak aklıma da gelmezdi ama saçma bir yanı olduğunu içgüdüsel olarak hissediyordum. İlerleyen yaşlarımda neyin, neden bu denli saçma olduğunu, adına namus cinayeti denilen ve bu ismin bile sakıncalı olduğu binlerce örnekle gördüm/gördük. Neredeyse her gün bir kadın cinayeti işleniyor ve temeli oldukça gerilere dayanıyor. Yaşanan her şeyin çifte standart ile devam ettiği toplumda elbette gidişattan; bir kadın, bir anne ve bir insan olarak endişeliyim. Çünkü karanlık, kadını hapseden ve bunu kendinde hak gören kişilerce bizleri tanıştırdı bu dünyada.

Lisans dönemimde yaz tatillerinde staj yapıyordum. O dönem belgesel sinemaya merak salmıştım ve Belgesel Sinemacılar Birliği’nin gösterimlerini takip ediyordum. Bunda yönetmen sevgili Enis Rıza Sakızlı ve ekibinin de payı oldu. O gösterimlerden birinde Türkiye’deki namus cinayetleri ile ilgili bir belgesel izledim. Ama tüylerim diken diken olarak ve soluğum kesilerek izledim. Kız çocuklarının, kadınların yaşam haklarının sözüm ona “namus” kavramıyla nasıl ellerinden alındığını ve onları intihara nasıl aile bireylerinin sürüklediğini konu alıyordu o belgesel. Bu konuya merakım arttıkça okuduklarım, duyduklarım, gördüklerim de ayrı ayrı yer edindi bende. Konca Kuriş vardı mesela hafızamda, 35 gün işkence edildikten sonra öldürülen bir kadın ve sembol isimlerdendi. Sadece kadının yerini sorguladığı için bu son reva görülmüştü ona. Seneler sonra bir akademisyen kadın intihar etti ve arkasındaki notta “Çok acı var, dayanamıyorum” dedi. Dr. Öğr. Üyesi Dicle Koğacıoğlu Türkiye’de kadın hareketinde emek sarfeden Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde görevli, birebir tanımasam da ölümünden çok etkilendiğim bir isim oldu. Boşuna değildi o etkilenme. İnsanın yaşadıklarına kayıtsız kalması mümkün değil, keşke dediğimiz çokça şey bırakıyor bu yaşananlar. Bu ülkede sonra çok kadın ismi kazındı hafızamıza. Maalesef o kadar çok ki, her gün yenileri ekleniyor durmaksızın. İçlerinden bir kız çocuğu N.Ç. mesela, benim içim milattır. Bir sürü insan 13 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz ediyordu ve “çocuğun rızası…” ile başlayan akıl tutulması, saçma sapan söylemler bu olaya eşlik ediyordu. Hem maalesef sadece kadınlar ve kız çocukları değil, tüm çocuklar bu şiddetin sarmalına girdi. Ayrıca bu da yetmedi, hayvanlar da o şiddete maruz kaldı ve kalıyor.

Çok fazla şey var söylenecek, çok fazla olumsuz örnek. Ben yüzümü hep iyiye ve olumluya dönme tarafındayım. İki çocuk annesi bir kadın ve sıradan bir insan olarak bu ayrımcılığın ve şiddetin bitmesi en büyük dileğim. Daha yaşanır bir dünya ve ülke hayalim hep canlı. Çok iyi örnekler var bunun için çabalayan. En başta Mustafa Kemal Atatürk var ve onun açtığı aydınlık yol. Ardından gelen çok sayıda kadın var. Türkan Saylan var mesela. Kız çocukları okuyabilsin diye hayatını buna adayan bir kadın. Kadın hareketine, o süreçte kimlerin nasıl yol aldığına girmeyeceğim. Sadece zor kazanılan hakların ve Cumhuriyet’in hepimiz için çok ama çok önemli olduğunu biliyorum. O haklardan hiçbir şekilde geri adım atılmaması gerektiğini de. Buna niyetlenen, bunu ifade eden her türlü söz ve söylemin dışında bir şeyler söylemek, onun yanlış olduğunu vurgulamak ve fazlası lazım. O fazlası da yine Türkan Saylan’ın “Her eğitimli kadının Cumhuriyet’e borcu var” cümlesinde saklı. Daha özgür, daha eşit, daha aydınlık bir ülke için hepimize düşen görevler var ve bunların başında da haklarımıza sahip çıkmak var, bunu yazmak, bunu söylemek ve bunları hatırlatmak istedim sadece…

Yazının Devamı

Fil Kadar Küçük

Okuduğumdan beri zihnimde gezen onlarca şey var bu kitaba dair. Jennifer Richard Jacobson tarafından yazılan ve Anıl Ceren Altunkanat tarafından Türkçe’ye çevrilen kitabı İthaki Yayınları basıyor. Jack adındaki küçük bir çocuğun ağzından dinliyoruz hikayeyi ve o hikayeyi dinlemek yerine yaşamaya başlıyoruz aslında okur olarak. 11 yaşındaki bir çocuğun azmi, mücadelesi, empati yeteneği, çaresizliği, hüznü, endişesi, telaşı, yorgunluğu ve kaybı o kadar derin işleniyor ki, etkilenmemek mümkün değil.

Jack, annesi ile birlikte kampta çadır kurmuşken aniden terk ediliyor. Baba konusuna hiç girilmemiş kitapta ama kaçınılması gereken, anne ile çocuğu ayıracağı vurgulanan bir anneanne var sayfalarda. Jack hem annesinin yokluğu ile, hem de sosyal hizmetlere ve oradan da anneanneye verileceği endişesi ile kimseye annesinin yokluğunu söylemiyor ve onu aramaya başlıyor. Tek başına, korkmuş ve annesinin rahatsızlığının kısmen farkında olan bir çocuk Jack. Kitabın sonlarına doğru annenin bipolar olduğunu anlıyoruz. İlaçlarını almadığı ve tedavisini aksattığı durumlarda anne ve oğulu sıkıntıya sokan bu tip durumlar daha önce de yaşanmış ama bu seferki daha zor bir süreç ikisi için de. Ancak biz okur olarak olayı sadece çocuğun gözünden görüp anlamaya çalışıyoruz. Galiba güzel olan yanı da bu. Çocuk bir şekilde annesine ulaşmaya, onun iyi olduğunu duymaya ihtiyaç halinde ama olaylar onu farklı yerlere çekiyor. Kendi içinde çok çeliştiği durumlar yaşayan Jack nihayet kayıp çocuk olarak arandığını fark ettiğinde hayatı daha da zorlaşıyor ve amacına ulaşmak için daha fazla risk alıyor.

Macera, heyecan, korku eşlik ediyor elbette Jack’i izlerken okur olarak bana. Akıcı bir dili var kitabın ve bıraktığınız zaman “acaba ne oldu, ne yapıyor acaba şimdi çocuk” gibi garip bir duygu eşlik ediyor insana. Jack annesinin hastalığının farkında ama detaylarını bilmiyor. Dolayısıyla bizler de bilmiyoruz. Kitabın sonunda anneannenin aslında onları en fazla düşünen kişilerden biri olduğunu görüyoruz ve güzel olan yanı, bunu Jack’in de görüyor olması. Jack’in hem hep hayalinde ve aklında olan fil ile buluşması, hem de anneannesi ile buluşması, üstelik onu filin yanında bekleyen kişi olarak, çok dokunaklıydı. Fillere hayranlığı olan Jack sayesinde okur olarak bizler de çok şey öğreniyoruz. Bir çocuğun dünyasına konuk olmak, onun gözünden yaşananları izlemek ve hissetmek çok güzel bir deneyimdi. Annenin manik döneminde bile bir şekilde oğlunu düşünmesi ve ona ulaşılmasında yardımcı olmaya çalışması da son sayfalarda veriliyordu. Bunu anneannesinden duyan Jack gibi, okur olarak benim de içim ısındı. Kitabı bitirince hayatın hepimizi farklı noktalardan dönüştürdüğünü ve bunu da yıllar sonra kavrayabildiğimizi düşündüm. Aile denilen kavramın çok belirleyici olduğu bir gerçek. Ama hangi aileye doğduğumuz gibi, hangi dine, ırka, millete doğduğumuz da bize ait tercihler değil. Galiba sadece üzerimize gelenle ne yaptığımız var sonuç olarak karşımızda. Yine de umarım tüm çocuklar sevgi dolu bir aile ortamında büyüyebilir diye dileğimi de belirtmiş olayım.

Yazının Devamı

Daha Gelmedik mi?

İzmi Oğuz Çocuk Kütüphanesi’ne gittiğimde bu kitap göz kırptı bana. Hem de kapağından. İnanmıyorsanız kesin sizde herhangi bir seyahat halindeyken saniye başı bu soruyu soran bir yol arkadaşınız yoktur. Bizde var, hem de iki tane, biri biraz büyüdü de bu soru görevini küçüğüne devretti. Kitaptaki çocuk o kadar yakın ki, kurulan cümleler bile birebir aynı, zaten papağan gibi aynı soru etrafında neredeyse yolu tamamlıyorsunuz. Ayrıca kitabın beni çeken ikinci kısmı da olaya bir keçinin dahil olması. Bundan güzel kitap olur mu deyip, aldım kitabı eve getirdim. Kuraldışı Yayınları basımı üstlenmiş, Petra Postert yazmış ve Jens Rassmus resimlemiş. Selen Akhuy da Türkçe’ye çevirmiş “Daha Gelmedik Mi?” kitabını. Bana da alıp eve getirmek ve bizimkilere uyku öncesi kitabı olarak okumak düştü; galiba en keyifli olan kısmı benimki.

Yazarın çocukları bu denli yakından biliyor olması ve onların gözünden bir yolculuk hikayesini anlatmasını bizimkilerin dinlerken kıkır kıkır gülmelerinden anlıyorum. Arabadaki çocuğun sorusu onların çünkü ve bu kadar yakından görünüyor olmaları onlara komik geldi. Kitaptaki baba, oğluna bir masal anlatırsa belki yolu daha rahat geçirirler diye düşünüyor ama keçi ile kazdan oluşan masalını oğlu Jim devralıyor. Böylece kitap daha da eğlenceli hale geliyor. Hatta çocuğun uyanıp uyuduğu ve masalın rüyasında devam ettiği kısımları çok güzel. Tam da benim çocukluğumdaki gibi. Masalı dinleyerek uyuduğumda genelde o masalla ilgili bir rüya görür, kahramanlarıyla ilgili bir detayı rüyamda canlandırırdım. Jimm de keçi ve kazı arabanın arka koltuğuna alıp, onlara kendi yiyeceklerinden veriyor. O kadar sevimliler ki, sayfalarda durup resimleri sevesiniz geliyor, en azından bende öyle oldu.

Tamam tamam, ciddileşiyorum ve bir kitap tanıtım yazısı için gereken üsluba dönüyorum. Efendim resimler çok güzel ve metni tamamlar nitelikte, hatta bazen söze gerek kalmadan resimle metni tamamlıyorsunuz. Bu anlamda iyi bir resimli kitap. Yazar üç ayrı alanda (Gazetecilik, tarih ve sanat tarihi) eğitim almış ve çocuk kitapları yazıyor. Bu bilgiyi kitabın en arkasında okuyunca ne güzel şey, istediği alandaki eğitimi detaylandırması diye düşündüm. Her alandan edindiklerini çocuk edebiyatına katması da ayrıca güzel bence. Az söz ile çok şey söyleme ve temelde çocukları anlama niyetinde bence yazar. Her akşam oğluna masal anlatan baba detayını da çok sevdim ayrıca. Ama dediğim gibi; galiba kitabın başarısı çizerle birlikte oluşmuş. Çizer de yazar kadar dahil olmuş sürece. Biz bu kitabı alıp kütüphaneden çıkarken, kütüphaneci Füsun hanım elimize dört paket (ailedeki kişi sayısı kadar) leblebi şekeri verdi elime. 59. Kütüphane Haftası nedeniyle düşünülmüş güzel bir detay ve dedi ki Füsun hanım “çocuklar bu şekeri tanımıyor bile, özellikle seçilmiş ve düşünülmüş.” Benim bildiğim ve çocukluğumun şekeri ama doğru, mesela kendi çocuklarıma hiç almamıştım. Dolayısıyla yeni nesil pek bilmiyor bu şekeri. Çocukluğuma yapılan bu küçük davet ve şekerler için tekrar buradan da teşekkür ediyorum. Son olarak Kocaeli Üniversitesi de bu hafta kapsamında bir proje başlattı ve deprem bölgesine kitap ile kırtasiye malzemesi bağışı topluyor. Bu anlamlı projeyi de burada duyurmak isterim. Çünkü hepimizin kitaba erişim ve okuma hakkı üzerinden ama illa ki çocukların eşitlenebilmeleri en çok da her mahallede çocuk kütüphanelerinin yaygınlaştırılmaları ile mümkün. Belki bu hafta her mahalledeki çocuk kütüphanelerindeki türlü etkinliklerle kutlandığında daha güzel olacak her şey. Umarım her yerel yönetim liderinin bu konuda farkındalığı, bilinci, isteği ve bunu yapacak kararlılığı olur.

Yazının Devamı

Acaba Nerede?

Bazen bir kitabı edebi değeri üzerinden değil de okuduğumda iyi gelen yanı üzerinden konuşmak istiyorum. Elimdeki de onlarda birisi. “Acaba Nerede?” deprem felaketinden sonra okuyabildiğim resimli kitaplardan birisi. Dolayısıyla onu okuma şeklim yaşananlardan bağımsız değil. Bana çağrışımları da öyle. Muhtemelen yazarın niyetlenmediklerine de sebep oluyor son okumalarda. Zaten belki de güzel olan budur; yani okuyanın kendinde bulduğu anlamların çokluğu. Hem zaten alımlama diye bir şey var bunda da okurun aktif olduğu varsayılıyordu. Eylül Şenyürek Altaş yazıyor, Melike Tan ise resimliyor kitabı. Resimler oldukça canlı, güzel ve akıcı. Pozitif bir şeyler söyleme derdinde yazar ve çizer. Bu niyet, çizerin renklerine de yansıyor haliyle. Masal Perest tarafından basımı yapılan kitabı ben en çok “umudunu kaybetme” kısmı üzerinden beğendim.

Pek çok şeyi kaybedebilirsin, bazen bulabilirsin, bazen bulamazsın ama mesele tam olarak umudu kaybetmemekte diyor yazar ve çizer benzer kalemlerden. Çevirdiğim her sayfada “ah kaybedilenler keşke bir yap bozun parçası kadar basit olsaydı” diye düşündüm. 11 ili etkileyen büyük felaketin yaralarını sarmak zaman alacak biliyorum ve kayıplar çok fazla. Her meslek kolundan yapılacaklar yığınla. Bunun da farkındayım. Bildiğim şey, bunca büyük bir yükü asla unutmadan ve unutturmadan, dayanışma ile bölüşebilmek. Bunun yanında hepimizin umudumuzu; yeniden yapıp ettiklerimiz, niyetlerimiz, aldığımız derslerle inşa etmemizin toplumsal geleceğimiz için elzem olduğu. O umut bizi ayakta tutacak şey. Ben bu büyük felakette o umudu canlı tutmanın ne denli zor olduğunu bir kez daha gördüm. Aynı zamanda bunun nasıl kıymetli olduğunu da. Alanında bir uzmanı dinlediğimde intihar riskinin arttığını, diğerini dinlediğimde bağımlılık türlerinin artacağını ve bağımlı sayısında acıdan kaçma niyetiyle artışların olacağını söylüyor. Bir başka uzman yeterli hijyen koşulları ve temiz su olmazsa oluşacak enfeksiyon ve salgın risklerini sıralıyor. Bir başkası çocuğun üstün yararı, çocuğun unutulma hakkı gözetilmezse yaşanacak ihmal ve istismara dikkat çekiyor. Kısacası herkes kendi alanında olası riskleri sıralıyor ve biz gündemimizden de, hayatımızdan da deprem konusunu,o bölgedeki insanlar “normalleşme” sürecine, barınma, yaşama, sağlık, eğitim gibi kollardan giremedikçe çıkarmamalıyız. Aksi geleceğimize umutsuzluktur ve buna hakkımız yok. Kalanların gidenlere sorumluluğu var deniliyor ya, işte tam da bu aslında. Umut kelimesinin yeniden anlam kazanması herkesin yaşama dört elle sarılması ve yanındakinin de sarılması için kendi alanında yapacakları ile ilgili. Elimdeki kitap mesela; edebi değerinden bağımsız olarak bana “umut” etmenin kıymetini hatırlattığı için güzel. Yaşadıklarımıza başka türlü katlanmak mümkün değil ve evet biliyorum, kendiliğin de olmayacak hiçbir güzel şey. Çabalamaya değer çok şey var ama, bunu biliyorum.

Evini, ailesini, kültürel ürünlerini, sevdiklerini, yakınlarını, uzuvlarını kaybeden onca insan varken hepimizin her an benzer şeyler yaşayabileceğini de unutmadan sorup sorgulamak ve adım atmak gerek diye düşünüyorum. Bir eşyaya sarılıp ağlayacak ve yasını tamamlayacak durumu olmayanlar oldu, ölüsünü bulamayan, bulduğunu gömemeyenler gibi. Çok fazla acı kaldı kalanlara. Şimdi belki de mesele, bu acıyla ne yapacağımız? Bunun yanıtını bilmiyorum sahiden ama işinin uzmanlarına daha fazla söz vermek, onları dinlemek, bilim insanlarını ve bilimsel verileri her koşulda ve her şeye rağmen baş tacı etmemiz gerektiği gerçeği son derece açık şekilde duruyor karşımızda. Bir de belki de bizim gibi biraz daha yaşını başını alanların tam da yazarın dediği gibi “Bir şeyleri kaybediyorsak bulabiliriz de. Umudumuzu kaybetmediğimiz sürece” söylemine sarılıp insanlardaki o umudu yeniden inşa edecek söz ve eylemlerde bulunma gerekliliğimiz var. Bu ülkeye doğduk, evlendik, çocuklarımız oldu ve hiçbiri olmasa da sadece insanca yaşamanın anlamını kavradığımız için hak etmediklerimizi düşünmek, dillendirmek ve hak ettiklerimi talep etmek önceliğimiz olmalı. Umudum bunun için çabalayan insanlarda. Yoksa kötü çok ve yüzümü onlara dönersem umudu yeniden inşa edemem. Öyle değil mi zaten, dünya iyilerin hatrına dönüyor biraz da ve umut onlarda, onların yapıp ettiklerinde, dayanışmada.

Yazının Devamı

Yazmanın Ağırlığı…

Yazmak neydi, niyeydi, akademi neydi, niyeydi, yazılanlar, araştırılanlar, aktarılanlar neden işe yaramıyordu? Neden onca bilimsel çalışma varken, onca bilim uzmanı yıllardır aynı şeyleri tekrar ederken, sadece mekan ve olaylar değişiyor ama akıbetimiz değişmiyor? Yazmak hani iyi gelirdi bana ve en çok çocuk edebiyatı üzerine yazmak ve konuşmak mutlu ederdi ya beni, iyi de şimdi canımı acıttığı için klavyedeki parmaklarım günlerdir yaşadığımız acıyı ve buna sebep olanları dillendirmekten öte ne yapsın ki? 1999 yılında yaşadığımızı katlayarak tekrara düştük ve acılarımız, kayıplarımız da arttı. İyi de neydi sahiden insan olmak, neydi hayatın anlamı? Niyeydi onca acıdan ders çıkarıp sahiden işini yapmak? Niyeydi onca kongre, sempozyum veya konuşma? Niyeydi onca akan göz yaşı? Hani bir musibet bin nasihattan iyiydi. Hani ne zaman, sahiden ne zaman ders alacağız, ne zaman en doğal yaşam hakkımıza sahip çıkacağız? Ne zaman meydanlarda siyasi aktörler seçim için en çok yaşam hakkımıza sahip çıkacağını beyan edecek ve uygulamada bunu göreceğiz. Ne ölümüze, ne dirimize sahip çıkamadığımız zamanlar ve bu travmalar kaç kuşak daha aktarılacak acaba? O kadar çok soru, o kadar çok boşluk, o kadar çok işini yapmayanların sebep olduğu acılar var ki…

Bir canın kıymeti karşısında tüm kar zarar hesaplarının durması gerekir artık. Tek bir canın kıymeti karşısında herkesin aynı fikirde olması ve orayı düşünmesi gerekir. “Ama” kullanmadan, bahane bulmadan herkesin bu işteki sorumluluğunu üzerine alması şart. Hepimizin kendimizi bunca çaresiz hissetmesinin yanında bir Allah’ın kulunun da payı yok mu? Ne olacak, Kocaeli depremindeki gibi göstermelik birkaç cezai işlemle baş başa mı kalacağız? Nasıl oluyor biliyor musunuz; eğer o yıl (1999) benim gibi üniversiteye gitmişseniz, yaşıtlarınızdan birkaç yaş büyümüş oluyorsunuz. Onların güldüğü şeyler size anlamsız geliyor, onların sevindikleri sizin canınızı acıtıyor. Gencecik yaşınıza rağmen hiç bahar şenliğine gitmiyorsunuz mesela? Sonunda bir adım, hadi bir gayret diye gittiğiniz bir mekanda aniden içinizi bastıran pişmanlık ve “ama ben ne yapıyorum” duygusuyla o mekandan ağlayarak çıkıyorsunuz mesela. Sonra kilometrelerce yolu neredeyse iki haftada bir gidip geliyorsunuz, sadece ailenizi (eğer şanslı ve hala onlardan birileri hayattaysa) görmek için ama her yolculukta size gözyaşlarınız eşlik ediyor. Mesela her şehre girişte hala toparlanmayan kentteki karanlık ve yıkım görüntüleri aynı ana sizi tekrar tekrar götürüyor. Olgunlaşmak ne kelime, aniden ağaçtan düşen ve çürümeye yüz tutan meyvelere dönüşüyorsunuz. Yaşıtlarınızdan farklılığınız ve hayata size çelme takılan yerden devam ettiğiniz için daha fazla asılıyorsunuz mesela. Bir yaz tatilinde 3 ayrı yerde staj yapıp “sadece işi öğrenmek istiyorum, para almasam da olur” derken buluyorsunuz kendinizi. Neden biliyor musunuz sadece mezun olduğunuzda hemen bir işe girip ailenizdeki yükünüzü almak için. Çünkü kendinize edindiğiniz misyon sadece omzunuzu ağırlaştıran sorumlulukları azaltmak için daha çok çalışmak. Aynı eğitim döneminde ilk yaz sadece hasarlı evinizi onarmak için sabah saat sekiz, akşam saat sekiz binada duruyorsunuz mesela. Hasarlı evi olanlar ve kaybı olmayanlar diğerlerine göre daha şanslı duruyor elbette bu durumda. Sonra insan ilişkileriniz değişiyor, küs kalmak zorlaşıyor mesela. Yurtta bir arkadaşınızla gerildiğinizde bile sabaha kadar uyku sizi tutmuyor ve sabaha hemen o konuyu netleştirip iyileştirmeye çabalıyorsunuz. Belki de normalinizi kaybediyor ve kendinize yeni normaller yaratıyorsunuz. Bunlar sadece bana ait olan kısımlar, asla ama asla haddim de değil, niyetim de değil acıları şimdiki ile kıyaslamak. Sadece günlerdir içim acıyor çünkü biliyorum bunun kat bet kat fazlası var şimdi. Hala çözülemeyen sorunlar var. Hala soru işaretleri var. Çocuklar var mesela? Evlat edinme konusu konuşulurken bile utanmadan onu istismar etmek isteyenler ve bunu sormaya cesaret edenler var mesela? Yükümüz var, o kadar büyük bir yük ki, hayatımızın her anında eşlik ediyor bizlere. Elbette dayanışma var ve azıcık da olsa nefes aldırıyor o dayanışma. Hani göçük altında sürekli kalan madenciler var ya, işte onlar var en çok da. Yaşamın kıymetini ve her iş günü ölümle burun buruna gelmenin verdiği acı tecrübelerle alana kaygısızca koşan madenciler. Sonra, canla başla çalışan ve buna rağmen hedef gösterilenler var. Sadece o değil, bir sürü gönüllü var, sağlık çalışanı var ve içtenlikle elini taşın altına koyanlar var. Hepsi iyi ki var ama yeterli değil. Bizim artık tamamen ama tamamen bilime dönük, hurafelerden uzak bir anlayışa ve pratiğe ihtiyacımız var hayatımızın her alanında. Görüntülerde göz yaşları içinde kalan bilim insanları değil, sözü dinlenen, bundan sonra atılacak her adımda en baş köşede oturması gerekenler var ve elbette kolay yoldan akademide ivme kazananlar değil. Dünyanın başına gelen her felakette rol oynayan ve kişisel menfaatlerini her şeyin önüne koyup, onurunu hiçe sayanlar değil, evrensel değerlerde ve dünyanın takip ettiği bilimsel verilerle söylemini oluşturan, canlı yaşamını önceleyenlerden bahsediyorum. Atom bombasını icat eden değil mesela bahsini ettiğim bilim insanı! Ya da adından öte, onun önündeki ünvanı önceleyen de değil. Kalbi ile,insanlığı ile yaşayanlar olsun. Onlar vardı, varlar ve hep olacaklar. Artık talep etme zamanı, kendimiz için iyiyi talep etme zamanı. Ben insanca yaşamak istiyorum demenin, geç kalınmış olsa da,deme zamanı. Japonya örneğini 1999 yılında duyduk, şimdi niye yeniden duyalım deme zamanı. Neden artık ders almıyoruz, neden artık sadece endişe duymak değil, geleceğimiz için çabalamıyoruz deme zamanı. Kaygılarla, hüzünle, travmayla yaşayacağımıza hepimizin bir yanından soru sorma zamanı artık. Kişisel olarak uzun vadede neler yapabilirim deme zamanı en çok da. Tüm bunlarla beraber en çok da “unutmama” zamanı. İşimizde, seçimlerimizde, söylemlerimizde, onayladıklarımız ve sessiz kaldıklarımızda asla ama asla “unutmama” zamanı en çok da.

Yazının Devamı

Aksi Kuş

Julia Donaldson sevdiğim yazarlardan ve daha önce başka kitaplarını okumuştum. Bu sefer Catherine Rayner’ın resimlediği kitapta oldukça tanıdık bir karakteri çocuk edebiyatıyla karşımızda canlandırıyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın basımını üstlendiği kitabı Türkçe’ye Meltem Aydın çeviriyor. Basit ama hemen hepimizin hayatında olan bir karakter Aksi Kuş. Herkesle sorunu olan, hayata küskün bir kuş var kitapta.

Onunla iletişime geçmek isteyen diğer kuşları kendisinden uzaklaştıran ve kendisini yalnızlaştıran Aksi Kuş, bundan şikayetçi de değil. Herkesin yaşamına dair bir eleştirisi olan ve bunu dillendirmekten da sakınmayan kuşumuzun başı derde girince yine ötelediği kuşların yardımıyla kurtuluyor şanslı kuşumuz. Bundan sonra da, söylemi ve davranışı değişime uğruyor. Çocuk edebiyatında olan kişiler ve özellikle yazarlar solungaçlarını her yerde işlerine dönüştürebiliyor. Julia Donaldson da onlardan biri bence. Aksi Kuş ile ilgili kitabın sonunda bir bilgi yer alıyor ve buna göre Afrika’da yaşayan bu kuşun “go-away” söylemine benzer bir ses çıkardığı aktarılıyor. Bu kuşu gören yazar da kolları sıvıyor tabii. Ortaya bu sevimli kitap çıkıyor ve çizerin resimleriyle de oldukça keyifli bir okumaya bırakıyor okur olarak bizleri. Ama işin aslında bu kuş gruplar halinde yaşayan ve kitapta bahsedildiği gibi kendisini yalnızlaştıran bir kuş da değil. Mesele bu değil elbette; mesele yazarın hayatta edindiği bir şeyi, sanatın ve edebiyatın büyüsüyle okura sunması. Bu güzel bir şey ve arkadaki son bilgiyle de merakı canlı tutan bir yanı var. En azından bende öyle oldu.

Julia Donaldson Güney Afrika gezisinde, Aksi Kuş’u görmüş ve sesini duyunca mutlu olmuş. Sonrasında da sanki mutluluğunu paylaşmak istemiş ve bu kitabı yazmış. Kitabı okurken Aksi Kuş gibi olan insanların varlığı belirdi gözümde. Evet böyleleri çok fazla ve kitabın inceden inceye sezdirdiği gibi yalnızlık ve izole bir yaşam tamamen bizlere göre değil. İnsan toplumsal bir varlık ve endişeleri kadar, sevinçlerini de paylaşınca daha iyi hissediyor. Ya da en azından benim izlenimim bu doğrultuda. Resimli kitap elimizdeki ve sanatla buluşup bize söyleyecekleri var; ya da daha doğrusu bizim ondan alacağımız. Güzel, keyifli ve farklı şekillerde okumalara müsait bir kitap elimdeki. Çocukla, öğrencilerinizle veya sadece kendiniz için alıp okuyabileceklerinizden. Siz de benim gibi çocuk edebiyatını seviyorsanız, bir kitapçıda okuyup “evet bunu alayım, hem çocuklarla okurum, hem de beli herkes üzerine düşünür” diye kendinizle konuşurken, elinizde kitapla çıkabilirsiniz. İyidir yani çocuk edebiyatı ve sohbeti güçlüdür okuruyla.

Yazının Devamı

bay evdeyokum’un post-it’leri

Can Çocuk Yayınları’nın basımını üstlendiği, Christian Inaraja’nın resimlediği kitabın yazarı Tina Vallès. Türkçe’ye Emrah İnce çeviriyor. Çevirmek sanki bir örgüyü söküp yeniden örmek gibi bir şey. Niye buradan başladım derseniz, galiba kitaptan etkilendim. Evden çalışma deyince ve yoğun emekle, kelimelerle dünyasını kuranlar deyince aklıma önce onlar geliyor. Bir kelimenin bir ton anlamına bakıp, kendi diline en yakın anlam üzerinde durmak ve ona göre tercihte bulunmak, bir cümleyi 2 saniyede okumak gibi değil. Dakikalar ve bazen saatler harcanıyor o cümle için. Öylesine yoğun bir emek söz konusu ki; tam da bu yüzden hayatını kelimeler üzerinden kazananların hak ettikleri ilgi ve değeri görüp görmediklerini merak ediyorum. Ayrıca emeklerinin karşılığını alıyorlar mı onu da bilmiyorum. Tüm bunların yanında nasıl mucizevi bir iş yaptıklarına, sabırlarına ve çalışma disiplinlerine hayran olmamak elde değil. Düzeltmenler, editörler de benzer kategoride elbette. Aynı şeyi grafikerler için de söyleyebilirim. Renk, resim, sayfa, konu ile yoğrulan bir hayat. Birinde kelimeler tek öğe, diğeri biraz daha canlı ama yine de ekran veya kağıt/kalem karşısında harcanan onlarca saat. Kesinlikle kişilikle ilgili olduğunu düşünüyorum bazı işlerin. Yani öyle herkesin yapabileceği şeyler değil. Kitap belki de tüm bunları yeniden düşünmemi sağladı.

Evden çalışan ve bunu yaparken de bazen “normal” iletişim kanallarından vazgeçen bir düzeltmen var kitapta. Yeni taşındığı binada da meraklı bir kız çocuğu. Düzeltmen depresif olduğu için, içine kapalı olduğu dönemde, zaten evden çalıştığı için kendisini daha da yalıtmış durumda. Ama çocukların ısrarı, merakları, cana yakınlıkları bazı buzları eritebiliyor. Kitabımızdaki kahraman Cláudia bu yeni komşuyu ve yaptığı işi çok merak ediyor. Aralarında post-itlerle başlayan başka türlü bir diyalog oluşuyor ve okur olarak beni de içine çekiyor. Yeni ve aslında pek çok insanın bilmediği farklı türlü bir yaşama halini konu alıyor yazar. Pandemi nedeniyle evden çalışmanın, insanlardan uzak kalmanın ve yalıtılmış ortamda olmanın ne demek olduğunu deneyimledik ama örneğin ben evdeyken de ailemle birlikteydim. Yani kitaptaki düzeltmen gibi hem tek yaşayan, hem de işi gereği evden çalışan olmayı tam olarak bilemiyorum. Sadece anlayabildiğimi sandığım bir yaşam biçimi. Ama bu hayat, kahramanımız için bilmediği bir şey ve anlamaya çalıştığı her adımda bizi de peşinden sürüklüyor.

Kelimelerin içinde olan pek çok kişi gibi, gizemli komşu da küçük kızın yazım hatalarını düzeltiyor sürekli. Bu durum çok tanıdık geldi bana. Eminim kitabı okuyan başkaları da benzer şeyler bulacaklardır. Çocuk ve yetişkin dünyasının farklarını da görüyoruz ve yine başka türlü sohbetlerin mümkün olduğunu. Gizemli komşu, içinde olduğu ruh halinden biraz sıyrılınca yüz yüze de iletişime geçiyorlar. Çocuğun anne ve babasının tepkileri, gizemli komşunun mesleği ve yaşamı deneyimlediği şekli bakalım okur olarak sizlere nasıl gelecek. Belki pandemi öncesi olsaydı başka şeyler söyleyebilirdim ama artık çoğu firma evden çalışmayı teşvik eder hale geldi. Bu durum kendi içinde handikaplarını gösteriyor ve aynı zamanda kolaylığını da. İşte bu kitap klasik olanın dışına çıkmamızı sağlıyor ve bence oldukça güzel bir şeye sebep oluyor. Bilmediğimiz, deneyimlemediğimiz, hayal edemediğimizi önümüze sözcüklerle ve kurguyla sunuyor işte yazar. Orjinalliği buradan geliyor. Yaşamdan edindiklerini damıtıp çocuklara aktaranlara saygı duyuyorum ve yazar da onlardan birisi. Akıcı ve aynı zamanda sade dili ile oldukça keyifli bir okuma için oldukça güzel bir örnek duruyor karşımda.

Yazının Devamı

Hayatın Tüm Renkleri

Lisa Aisato, bizlere canımız sıkıldığında, daraldığımızda ya da azıcık yaşadığımız gerçeklikten çıkmak istediğimizde “iyi” gelecek bir kitap hazırlamış. Bu sefer bize, yani biz büyüklere. Evet evet, yaşsız kitaplardan elimdeki ve bir yetişkin olarak elimin altında olmasından mutlu olduğum ve ara ara resimlerine bakmaktan keyif aldığım bir kitap. Epsilon Yayınevi ne iyi yapmış da bu kitabın basımını üstlenmiş. Türkçe’ye Ebru Erbulak’ın çevirdiği kitap bir hayata sığabilecek pek çok şeyi sanatla buluşturup önümüze koyuyor.

Farklı zamanlarda elime alıp sayfalarına gömüldüğüm ve her defasında bir sayfasında takılı kaldığım Hayatın Tüm Renkleri kitabında yazar ve aynı zamanda çizer Lisa Aisato bizlere sadece iyi duyguyu değil, olumsuz duyguyu da hatırlatıyor. Tek yanlı değil, aksine kapsayıcı bir şekilde hayata dair çok sayıda durum ve örnekle duruyor karşımızda. Çoğumuzun döndüğü virajlar, hayal kırıklıkları, sevinçler, heyecanlar, umutlu anlar, kederli duruşlar var yani kitapta. Siz bazen içindeyken debelenirsiniz ya, bir anda sizi o halden çıkarıp seyirci kılıyor yaşadığınıza ama sadece bu değil. Sanki bunu yaparken bir şeyleri onarmanızı da kolaylaştırıyor. Sanat iyi geliyor yani gerçekliğin karşısında. Mesela her sayfaya uzun uzun bakarken siz farkında bile olmadan garip bir tebessüm sarıyor yüzünüzü.

Daha güzeli nedir biliyor musunuz; bir başkasına da iyi geleceğini düşünerek attığınız adımın size de iyi gelmesi. Örneğin bu satırları yazmadan evvel bir arkadaşıma bu kitabı önerdim ve sonrasında kitabı yine elime aldım. İşte o iyilik haliyle yazıyorum şimdi. Zor ve yorucu bir günün sonunda hem böylesi güzel bir kitabı biriyle paylaşıyor olmak, hem de ondan gelen duygu ile şu an yazıyor olmak iki kez katkı sunuyor yaşananları kolaylaştırmaya. Elbette hiç kimsenin elinde sihirli değnek yok, nihayetinde bir resimli kitaptan bahsediyorum. Ama diyorum ki duyguları tanımlamak ve kabul etmek güzel şey, kıymetli şey, iyi gelen bir şey. İşte bunu yapmamı sağlıyor Hayatın Tüm Renkleri. Yatmadan evvel yine sayfaları arasında gezineceğim ve “bir nefeslik ömür işte” diyeceğim sanırım yine. Sadece duygularımı yazıyorum kitaba dair ama başka türlüsünü de düşünemedim. Ruhuma dokunuyor çünkü, iyi geliyor ve paylaşmak istediğim de sadece bu. Umarım okuyacaklara da benzer etkilerde bulunur.

Yazının Devamı

Her Zaman Her Yerde Sev

İstedim ki yeni yıla girerken içimizi ısıtan, kalbimize dokunan ve yüzümüzde tebessüm oluşturan bir kitabı konu alayım. Tam da bu nedenle Her Zaman Her Yerde Sev kitabını seçtim. Daha önce çocuklarla okumuştuk ve evimizin en küçüğü kitapta söylenenlere eşlik etmek isteyince ara ara kalkıp öpücük kondurmuştu bize. Her sayfada ayrı bir şekilde sevgiyi nasıl göstereceğimizi anlatıyordu kitap ve evet oldukça basit şekilde anlatıyordu ama zaten zorlaştıran onca şey varken bence iyi gelen yanı da buydu. Sarah Massini’nin kaleminden çıkan bu resimli kitabı Türkçe’ye Ceren Ceylan çeviriyor ve Bilgi Çocuk basımını üstleniyor.

Bu satırları yolda yazıyorum. Çünkü tüm gün evde kendime ait zaman bulamadım. Yeni bir yıla girerken sevdiklerimizle olmayı istedik ve yola çıktık. İki çocukla hareket edince haliyle işleri yetiştirmek kolay olmadı. Ama şimdi güzel olan şey ise ben bu satırları yazarken arabanın arka tarafında Küçük Cadımın kardeşi Şakir’e kitabı yeniden okuması. Duymak bile tebessüm bırakıyor bende yalan değil. Özlemeyi sev, kaybetmeyi sev, gülümsemeyi sev, öpmeyi sev, gıdıklamayı sev vb diye devam ediyor okumaya. Nasıl güzel değil mi? Tam şu anda kitabın son kelimesini 4 yaşındaki Şakir söyledi, çünkü birkaç kez okuyunca ezberliyorlar kolayca. Yani yazmama yardımcı iki kişi var arkada. Kitapta hayatın tüm evrelerine tek cümle ile gönderme var. Kaybetmeyi sev diyor mesela yazar, çocuk okura. Oldukça anlamlı bir cümle ve belki de erken yaşlarda sadece kazanmaya odaklanan büyüklere de bir uyarı, tabi duymak isteyene.

Resimler öylesine güzel ki ara ara durup onlara bakabilirsiniz. Evet bazı simgeler, çizimler klasik ama olsun, klasikler bazen iyi gelir insana. Çocuk edebiyatının en güzel yanı da hayatı sade ve olduğunca yalın haliyle aktarması. Kocaman kocaman sözler yerine damıtılmış sözler ve resimler girer devreye ve hem hayal dünyamız, hem ruhumuz yenilenir. Özellikle resimli kitaplardaki o az ve öz anlatıma çok saygı duyuyorum. Yazan ve resimleyen aynı kişi olunca söz ve resim el ele ilerler ve hangisinin ne zaman diğerine sıra verdiğini bile fark etmeyiz. Sarah Massini de hem yazıp, hem resimlediği için bir kat daha şanslı kişilerden.

Yazının Devamı

Vınnn!..

Zaman kavramını bizlere çok güzel sorgulatan ve bunu çocuğun gözünden yapan bir kitap Vınnn!.. Rana Raschid yazıyor ve Serap Deliorman resimliyor. Marsık Kitap’ın yayınladığı kitapta küçük kız çocuğunun gözünden aile üyelerinin sürekli meşgul olma (!) hallerine ve zamanlarının olmamasına (!) tanık oluyoruz okur olarak. Tanık olmakla kalmıyor, bizler de kendi hayatlarımızı sorgular hale geliyoruz her sayfada.

Oldukça basit ama önemli bir konuya değiniyor yazar. Ailedeki hemen herkesin zamanının olmadığını vurgulaması ve bu ana kahramana oyun için eşlik etmemesi çok önemli aslında. Çocuğun hayatının en önemli olayıdır oyun çünkü. Onun üzerinden kurar her şeyi ve büyümesi en çok buna bağlıdır. Oysa küçük kız, bu konuda kalabalık bir ailede olmasına rağmen yalnız kalmaktadır. O da kendince komik ve pratik bir çözüm buluyor ve herkes gibi o da hayatın telaşında kayboluyor aniden. Neyse ki bu harale gürele yaşama bir salyangoz eşlik ediyor da, azıcık nefes alıyoruz.

Salyangoz hem varlığı, hem de cümleleri ile zaten ayrı bir karakter. Çok sevimli olması bir yana, hayatta her şeyin hızla olmayacağının en büyük kanıtı gibi. Bazı örnekler veriyor büyüklerinden öğrendiğini kendisine söyleyen küçük kıza. Bunlar arasında en çok çayın demlenmesi için zamana ihtiyaç olduğunu açıkladığı kısmı beğendim. Hani sahiden bazı şeyleri zorlasan da zamanı dolmadan olmaz ya, işte onlarda hızın hiçbir önemi yoktur ve bizi asla sonuca götürmez. Hayatta neyin önemli olduğunu, neyin zaman ayırmaya değer olduğunu bir kez daha düşündürmesi açısından sevdim kitabı. Elbette, Serap Deliorman’ın çizimleri de bu sevmede önemli bir etken. Kapağı bile çok şirin ve çok tanıdık bir diğer yanıyla. Düşündürdükleri üzerinden didaktik bir tavrı olduğunun düşünülmesini istemem. Zaten karakterler de öyle değil ama elbette yazarın bizlere verdiği ipuçları var ve belli ki bir gözlemi var biz büyüklerden çocuklara doğru eksik olan. Bu anlamda kendine dert ettiği konuyu kaleme alması ve o kalemin de güzel bir çizerle birleşmesi şans olmuş.

Yazının Devamı

Dansın Gücü

Thomas Docherty hem yazıyor, hem de resimliyor ve böylece ortaya şahane bir kitap çıkıyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın basımını üstlendiği kitabı Türkçe’ye Ali Berktay çeviriyor. Dansın Gücü, tam da her şeyden uzaklaşmak ve aslında her şeye daha iyi yaklaşmak için çok güzel bir kitap.

Porsuk ve su samurlarının hem farklılıklarına, hem de benzerliklerine yapılan vurgu ile başlıyor kitap. Kendi olmak ve öteki olmak üzerine bir okumada diyebiliriz. Her iki canlı türü diğeri üzerinden kuruyor aslında kendi varlığını. “Biz” ve “onlar” diye ayrımlaştırmalar bir anda diğer tarafı kendinden aşağı görmeye kadar varıyor. Yalnız iki tarafta da bunların dışında bir yolun, davranışın, yaşama ve düşünme biçiminin olduğunu düşünenler var. İşte onlar bu kitap özelinde Toni ve Maria. Farklılıkları görüp, orayı izleyen ve onunla zenginleşen iki karakter. Çok tatlılar ve resimler oldukça güzel. Hep söylüyorum ve yinelemek isterim ki; yazarı ve çizeri aynı olan resimli kitaplar sanki bir kat daha avantajlı bu yolculukta. Yazıdan sıkılınca resme, resimden sıkılınca da yazıya dönüyorlar ve aralarındaki bağ inanılmaz bir şey. Resimle de konuşuyorlar çoğu zaman ve bütünlük bozulmuyor. İşte Thomas Docherty de bu grupta yer alanlardan.

Sadece farklılıklar değil, başka türlü yaşamanın da kapısını aralayan bu güzel ikili hem dans yarışmasında birinciliği paylaşıyorlar, hem de kalıp yargıları yerle bir ediyorlar. Üstelik hiç de bunu doğrudan amaç edinmemişken. Onlar, sadece müziğin, sanatın, dansın ve duyguların sesine kulak veriyorlar. İşte o duygular yıllardır süren tüm ön yargıları silip süpürüyor ve ortaya izlemesi, okuması harika bir şey bırakıyor okur olarak bizlere.

Yazının Devamı

Bir Sevgi Masalı

Lori Haskins Houran’ın kalemi ve Sydney Hanson resimleriyle karşımızda olan Bir Sevgi Masalı’nı Türkçe’ye çeviren Nurten Hatırnaz. Beyaz Balina Yayınları’nın basımını üstlendiği kitap adı gibi sıcacık bir sevgi kitabı. Açıkçası bu kitabı çocuk edebiyatı açısından değerlendirmek dışında bir yazı bu. Çünkü galiba sevginin gücüne en çok ihtiyaç duyulan zamanlar ve sadece “okuyana iyi geldiği” için okunacaklardan. Daha fazlasını şimdilik düşünmeye gerek yok gibi.

Kitabı okurken ve resimleri izlerken oldukça güzel duygular eşlik etti bana. Özellikle küçük çocuğu olanlar çok net anlayabilir beni bu kitabı okurken. Salyası akan, huysuzken veya bir çocuğun göstereceği her özelliği gösteren olsalar da anne ve babaları onları sevmekten vazgeçmez. Ya da umarım bu duygudan yana çocuklar hep avantajlı olurlar. Sevgiyi sadece çocuğa indirgemiş olmayayım, hayatı paylaştığımız diğer canları da bu kapsama alıyorum. Örneğin evimizin Findus’u da kirletiyor evi ama onu sevmekten vazgeçmiyoruz. Yazarken aklıma o geldi. Çok sevimliyken, çok aksiyken, çok ürkmüş veya huysuzken, çok kötü kokuyorken veya şaşkınken de sevdiğiniz veya sizi seven birileri varsa hayat kesinlikle çok daha güzel. Galiba şimdi de içime Cedric kaçtı. O da sahiden çok güzel bir çizgi diziydi. Sevgi üzerine yazmak, çizmek ve konuşmak bence oldukça kıymetli. Ayrıca özellikle beraber yaşadığınız kişiler henüz çok küçükse bu duyguyu doyasıya yaşamaları, onların sağlıklı büyümeleri için çok elzem. Onun veya onların sevgiye doymaları tüm yaşamlarını daha huzurlu ve olumlu geçirmeleri için harika bir başlangıç. Koşullar ne olursa olsun sevilen çocukların hayata bir sıfır önde başladıklarına inananlardanım. Bu öylesine söylenen bir şey de değil, bazı bilimsel makaleler sevgisiz ve ilgisiz kalan bebeklerin hayatta kalma şanslarının zayıf olduğunu söylüyor. Ayrıca yine sevgisiz büyüyen insanlar eğer kendilerindeki bu eksi yönü fark edip onarmadılarsa, başkalarının da hayatına zarar verebiliyor ve maalesef bunun da bir ton örneği var. Yani aslında basit gibi görünen bir konu, toplumsal bir soruna dönüşebiliyor. Geçenlerde bir video izledim ve o videoda bir adam, hayatta çok zorlandığını ama eşini çok sevdiği için her zorluğa dayanmaya çalıştığını söylüyordu. Çok duygulandım adamı dinlerken. Aynı zamanda bu sevgiyi taşıma şeklinden dolayı çok da mutlu oldum. Yani sevdiklerimizin desteği, gücü, enerjisi ile yaşama daha da bağlanıyoruz. İşte belki bunun ilk aşamalarına dair bir kitap elimizdeki. Bu anlamda kıymetli ve özel. Yaşımız, cinsiyetimiz ne olursa olsun varlığı ile daha iyi olacağımız bir duyguyu konu alıyor. Ne de iyi bir şey yapıyor hem kitabı okuyanlar, hem de dinleyenler için.

Bize iyi gelenin, kitabı okuyacaklar için de iyi geleceğini umuyorum. Kitap üzerine yazmayı biraz da bu nedenle istedim. Sevginin bin bir türlü hali varken, hangi türlüsünü istiyorsanız onu yaşamanız dileğiyle. O zaman şiddetin azaldığı, empatinin arttığı, hoş görünün hakim olduğu bir ortam soluyabiliriz. Çoğaldıkça etrafındakileri de güzelliğe boğan bir duygu için yazılan bu keyifli kitabın da hem kurgusu, hem mizahi yanı, hem de resimleri çok sevimli.

Yazının Devamı

Düdüklü Tencere Orkestrası

Dilge Güney’in kaleminden bir kitap var karşımızda ve bende bıraktığı bir sürü çağrışım. Bilgi Yayınevi tarafından basımı yapılan ve resimlerini Efecan Sezer’in üstlendiği Düdüklü Tencere Orkestrası, aslında nasıl da her birimizin her an öteki ve sorunlu olacağı üzerine ince bir çizgi çiziyor. Elbette bu ötekileştirme ve suçu, sorunu birinde arama veya ona yükleme eğilimi insan denilen canlıda sıkça görülen ve yoğunlukla bir millete has olmayan bir şey. İlginçtir ki daha bugün farklı bir açıdan bu konu sohbetimizdeydi ve dünyanın farklı yerlerinde insanların nasıl da birini veya bir grubu dışladığı ve ötekileştirdiği, bunu yaparken bazılarının çok acımasızca, bazılarının da olabildiğince incelikli yollarla yaptığını konuştuk. Bu kitap için Romanlar ilk suçlu ilan edilecek kişilerken, bir başka noktada “beyaz yakalı” bir ailede büyüyen Işıl onun verdiği isimle Nar teyze ve ailesi tarafından suçlu ilan edilebiliyor. Yani aslında buna bir kez göz yumduğunuzda veya görmezden geldiğinizde, aynı şekilde siz de o olasılık içinde çok rahat yer alacağınızı unutmuş oluyorsunuz. Çünkü maalesef çoğu insan herhangi bir durum karşısında özeleştiri yerine karşısındakini suçlama eğilimindedir.

Düdüklü Tencere sadece ötekileştirme kavramı etrafında oluşan bir roman değil, buna eşlik eden pek çok konu var. Örneğin pek çok çocuk ve aile için “başarı” kavramının nasıl da saplantılı bir hal aldığı ve aslında bu kavramın içeriğinin sadece notlardan, madalyalardan, ödüllerden ibaret sayılmasının da yanlışlığını gösteriyor. Çocuğuyla nasıl iletişime geçeceğini bilemeyen koca koca insanlar ve onların katı kuralları ile büyümeye çalışırken çocuk olma hakkından mahrum kalanlar var aynı zamanda romanda. Ali onlardan bir tanesi. Çocuk olma hakkı pek çok açıdan elinden alınan ve yaşıtlarına göre erken büyümek zorunda kalan bir diğeri de Gelincik. Dışarıdan eğlenceli gelen ama aslında pek çok haktan mahrum kalan o çocukların hayatları ve hayatlarını geçirdikleri koşulları düşününce, mizah bir yetişkin okur olarak bende farklı duygulara bırakıyor yerini. Sürükleyici, çocuğun gözünden takip ettiğimiz olaylar elbette güldürüyor okur olarak beni ve yanımdaki dinleyicileri, sadece sonrasında bazı “keşke”ler eşlik ediyor bana olayın gerçekliğini düşündüğümde.

Üzerinde durmak istediğim bir başka konu ise aslında insan olarak birbirimizden pek de farklı olmadığımız ve bazı konularda maalesef değişimin oldukça yavaş olması. Mesela anneanne karakteri üzerinden kalıp yargıları ve söyleme sinen olumsuz duyguları görüyoruz. Eminim pek çoğumuz kendi ailemizde de benzer deneyimler yaşamışızdır. Zaten dilden dile, kültürden kültüre yerleşeni değiştirmek en zor olanı ya, işte yazar tam da o noktaya değiniyor. Yine, Işıl’ın anne ve babası ile o kalıp yargıları yıkıyor ve olayın nefes almamızı sağlayan kısmını oluşturuyor. Çocukların kendi hallerine bırakıldığında nasıl ayrı bir dilleri olduğunu ve o dilin nasıl da güzel olduğunu da gösteriyor yazar. Çocuk dünyasına yakın olanların ve içlerindeki çocuğun sesine kulak kabartanların artması dileğim kadar, bunu Dilge Güney gibi yazıya aktaranların da çoğalmasını diliyorum.

Yazının Devamı

Anımsıyorum... Önemli şeyler asla unutulmaz

Alzheimer hastalığı üzerine yazılan birkaç tane kitap okudum daha önce. Bazıları oldukça iyiydi ve konuyu çok güzel ele alıyordu ama bazıları sadece konunun çocuk edebiyatında popüler olmasının peşine düşmüştü ve bu her satırda hissediliyordu. “Anımsıyorum-Önemli şeyler asla unutulmaz” kitabı oldukça duygusal, şefkat dolu ve tüm yönleriyle beğendiğim bir kitap oldu. Bilgi Çocuk Yayınları tarafından basılan kitabın yazarı Jeanne Willis ve resimleyeni Raquel Catalina. Türkçe’ye Ceren Ceylan tarafından çevriliyor kitap.

Büyükanne ile torun arasındaki o inanılmaz bağdan yola çıkıyor yazar. Sadece beş yaşında olan torun, her gün büyükannenin yanına geliyor ve beraber zaman geçiriyorlar. Elbette büyükanne pek çok şey gibi torununu da unutuyor. Çocuğun uzattığı şefkat eli sanki okur olarak beni de sarıp sarmalıyor. Montunun düğmelerini ilikleyemeyen büyükanneye öylesine usulca yardıma geliyor ki her cümlesine hayran kalıyorum. Yine büyükannenin uzak geçmişi anımsaması ama yakın geçmişi anımsamaması üzerine çocuğun “Bence sıkıcı bir iş olduğundan unutmuşsundur” demesi çok güzeldi. Büyükannenin üzülmemesi için elinden geleni yapan, kocaman kalbiyle beş yaşında bir çocuk var karşımızda. Onu dışarı götüren, orada panikleyince hemen rahatlatıp evine geri getiren, bir bisküviyi onunla paylaşan ve onunla sohbet eden bir çocuk. Büyükannesine kendisini anımsatan ama tekrar unuttuğunda bunu sorun etmeyen bir çocuk aynı zamanda.

En etkilendiğim sahnelerden birisi de büyükanne ile torunun dans etmeleri ve müzik olmamasına rağmen büyükannenin çocuğa bebekken söylediği ninniyi söylemesi, daha doğrusu bunu anımsaması. Son sahneler oldukça duygusaldı, gerçi tüm kitap aynı duygusallıkta ilerledi benim için. Büyükanne ile torun arasındaki sevgi ve bağ çok güzel aktarılmış ve bu duygunun unutulmayacağı anımsatılıyor okur olarak hepimize. Çocuk da bunu biliyor ve bu bilginin rahatlığını yaşıyor. Resimler de metin kadar etkileyici. Duyguları çok güzel aktarıyor resimler. Tam bir resimli kitap; yani söz ve resim usulca yer değiştiriyor ve birbirini tamamlıyor. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Hastalığı, süreci ama her şeyden önemlisi sevginin nasıl güçlü bir duygu olduğunu gösterdiği için çok değerli bir kitap.

Yazının Devamı

Tombul Tavuk

Kitabı neden sevdim diye tekrar düşündün şimdi üzerine yazmaya başlarken. Çok naif ve çok anaç bir tavuk var kitapta ama bundan başka türlü bir yanı çekti beni okumaya. Bir cümle geçiyor ve o cümle çok fazla şey anlatıyordu. O cümleyi kuran da tüm terk edilmişler için çabalayan biri ve hepsini kucaklayacak kadar kalbi büyük. Evet evet tombul tavuk o. Nasıl telaşlı, nasıl güzel ve nasıl şefkatli. Gülerken bir taraftan saygı duyuyorum kendisine. Çünkü biliyorum böyleleri var hayatta ve dünya en çok onların hatrına dönüyor. Emma Levey’in yazıp resimlediği kitabı Türkçe’ye Sima Özkan çeviriyor ve Beta Kids basımını üstleniyor.

Mizahı oldukça güzel bir şekilde kullanan yazar, hem resimlerle, hem de sözcükleriyle bağlıyor okuru kendine. Civcivleri olsun isteyen tombul bir tavuk için, istediği olmayınca, “Tüm terk edilmiş yumurtaları bulmak için, uzun bir yolculuğa çıkacaktı” diyor yazar. Hal böyle olunca da bizim doğal anaç tavuğumuz olmadık yerlerdeki tüm yumurtaları topluyor ve bunun için neredeyse tüm dünyayı dolaşıyor. Öylesine komik bir telaş içinde ki, resimlere bakarken gülüyoruz ara ara. Sonunda o tüm terk edilmiş yumurtalar için beklemeye koyuluyor ve sonrasında da kocaman bir ailesi oluyor.

Bir yanıyla şefkat ve koruma duygusu, diğer yanıyla da tüm farklılıklara rağmen bir arada yaşama kültürü üzerine düşünmüş yazar belli ki. Birbirinden farklı onlarca yumurtadan çıkan farklı canlılar aynı aileyi nasıl oluştururdu yoksa? Timsahtan, yılanlara, kuşlardan penguenlere dünyanın tüm terk edilmişlerinden kendisine bir aile kuran tombul tavuk güldürdüğü kadar düşündürdü de. Birkaç gündür zihnimde bu geziyor. Hani böyle kimsenin önemsemediği ve hayata bir eksi ile başlayanlar var ya, bir de onlar için çabalayan pelerinsiz kahramanlar. İşte onlar çok saygı duyulası, tıpkı tombul tavuk gibi. Belki de tüm ayrımlaştırmaların, ötekileştirmelerin karşısında bir tavır takındığı için sevdim bu kitabı. Ayrıca tüm ütopik yanına rağmen bir hayali gerçekleştiriyor ve kitapla da olsa o farklılıklarına rağmen birarada yaşama kültürünü canlı kılıyor. Çocuk olma paydasında birleştiriyor hepsini ve bu da hepsini eşit hale getiriyor. Resimleriyle çok şey anlatıyor yazar. Çağrışımlarıyla da çok fazla şeyi konuşmak için aralık sunuyor okuyan olarak bizlere. Güzel, keyifli, mizah yanı güçlü bir okuma için harika bir fırsat diye düşündüm bu kitabı. Ayrıca yazarı ve çizeri aynı olan kitapları hep bir kat daha şanslı sayarım, bu da onlardan birisi. Okul öncesinde veya resimli kitapları seven herkesle çok rahat okunabilecek kitaplardan ayrıca. Son olarak hayattaki tüm olumsuzlukların yanında iyi ki çocuk edebiyatı var ve bu alanın her çocuğun hayatında olmasının da bir hak olduğunu düşünüyorum demek istedim.

Yazının Devamı

Bir Fikirle Ne Yaparsın?

Yazarı kendisini gezegendeki en şanslı insanı hissediyormuş bu kitabın. Çocukları, eşi ve sevdiği işiyle meşgul bir yazar var karşımızda. Arka kısımda yazarla ilgili bu bilgi yer alıyor. Hal böyle olunca da özene bezene yazdığı bir kitap oluyor elimizdeki. Çünkü severek, isteyerek ve zevk alarak yazıyor. Okuyucu olarak ben de severek okudum “Bir Fikirle Ne Yaparsın?”ı. Şimdi yazmak için bilgisayarımı alınca da, yine aynı şey geçti zihnimden; o da şu, bence çocuk edebiyatı en çok büyüklere iyi gelen bir şey. Mae Besom’un resimlediği kitabın sayfalarında ilerlerken küçük ve özlü sözlerle, resimle ne çok şey anlatıldığı gördüm bir kez daha. Sanat ne güzel şey diye geçti içimden elbette. Nar Çocuk bu kitabı Tuna Alemdar’ın çevirisi ile yayınlıyor.

Bir küçük çocuk bir gün bir fikir sahibi oluyor ve o fikriyle ne yapacağını bilemiyor. Etrafındakilerin meraklı ve eleştirel bakışlarına nasıl tepki vereceğini kestiremiyor. Ama fikrine sahip çıkıp onunla ilgilendikçe o fikir daha da gelişiyor ve geliştiriyor çocuğu. Böylece renkler devreye giriyor ve hayatın her alanını saran bir güzellik yayılıyor sayfalardan. Çocuğun yeni ve farklı olan fikrine dair etrafındakilerin tepkisi çok tanıdık ve bir o kadar rahatsız edici. Alışılagelenin dışındaki her şeye tepkisel bir bakış olmaz mı zaten? Çocuğun inancı ve isteği ile fikir yaşam buluyor ve her geçen gün büyüyüp gelişiyor. Bu olurken çocuğun da hayatı değişiyor. Değişim aslında zor ve sancılı bir süreçtir. Çocuklar daha kolay uyum sağlıyor ama genelde değişime. İşte tam da bu nedenle merakları, ilgileri hep taze ve biz büyüklerden daha eğlenceli. Bu özellikler neden büyüdükçe azalıyor diye durup düşünmek lazım aslında.

Kitapta bir yerde; “O çevremdeyken kendimi daha iyi hissettiğimi ve daha mutlu olduğumu itiraf etmeliyim” diyor küçük çocuk. Yine etrafındaki büyüklerin “Onunla uğraşman zaman kaybı ve o asla bir şey olmayacak” demeleri takıldı aklıma. Bu sözler sizlerin de hayatınızda duyduğunuz sözlerdendir. Yeni bir şey düşündüğünüzde, başka türlü hayal ettiğinizde veya herhangi bir özelliğinizle farklı olduğunuzda sizler de benzer şeyler duymuşsunuzdur. İşte galiba kitabın bir yetişkin okur olarak en büyük katkısı kendinize olan inancınızı pekiştirmesi ve sahip olduğunuz şey her ne ise ve size iyi geliyorsa onu korumak için bu kitaptaki çocuk kadar kararlı olmanızı salık vermesi. Resimleri de dönüp yazı olmadan tekrar incelemek ayrı bir keyif. Çünkü çizerek anlatanları da çok seviyorum.

Yazının Devamı

Ağlamak Yağmur Gibidir

Duyguları konuşmanın, konuşabilmenin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Farkında olmayı ve bu farkındalıkla duygularımıza sahip çıkmayı da öğreniyoruz bence. İşte tam da bu nedenle İlksatır Yayınevi’nden çıkan Ağlamak Yağmur Gibidir kitabını beğendim. Ağlamanın küçümsendiği ve hatta cinsiyet ayrımcılığı nedeniyle ağlamasına izin verilmeyen erkeklerin yoğunlukta olduğu bir toplumda olduğumuz düşünüldüğünde; kitap bir kat daha anlamlı hale geldi benim için. Gözyaşlarını akıtamayanların, içine akan yaşlarıyla dolan bedenleri farklı şekillerde o hüznü taşıyor bence. Heather Hawk Feinberg yazıyor ve Chamisa Kellogg resimliyor; Türkçe’ye de Özlem Tutar çeviriyor bize duygularımızın farkında olmamızı salık veren kitabı.

Duyguları mevsimlere benzeten yazar, onların kalıcı olmadığına vurgu yapıyor. Duygu durumlarımızdaki değişimleri oldukça güzel örneklerle anlatıyor aynı zamanda. Yağmura benzettiği gözyaşlarını doğa üzerinden aktaran sözcükler kadar, resimler de güzel ve etkileyici. Bedenimizde yaşadığımız değişimleri ve duyguların bıraktığı izleri doğa olayları üzerinden anlatan yazar ve çizer oldukça keyifli bir okuma ve düşünmeye kapı açıyor. Yine dökülen gözyaşları gibi yağmur sonrasına da dikkat çekiyorlar ve o rahatlama duygusunu veriyorlar.

Okurken ve resimleri izlerken tıpkı yağmur sonrasında yaşananların, yani toprak kokusu ve havadaki gerilimin yok olması gibi, insan bedeninde neye denk düştüğünü düşündüm. Bence hem minik dinleyicilere ve okurlara, hem de yetişkin okurlara hitap eden kitap elimdeki. Farkında olmamızı sağladığı şeyler için de kıymetli aynı zamanda. Kitabın sayfalarında gezerken kendimi ve ağlama ile sonrasını düşündüm. Sahiden arınma, rahatlama ve yaşanan her ne ise o olay ve durumdan dolayı oluşan ağırlıktan bir parça kurtulup hafifleme duygusu yaşadığımı hatırladım. Sonra çok ama çok mutlu olduğumuz zamanlarda da aniden ağlama halinde olduğumuz durumlar geldi gözümün önüne. Kitapta bu sorgulamayı da açıyor zaten satır aralarında. Ağlamak ile gülmenin kardeş olduğu fikri geldi şimdi yazarken. Duyguların kültürden kültüre ifade şekilleri farklı olsa da insana has olanın yazıya ve resme dökülmesi, dahası bunu çocuk edebiyatı ile evrensel bir dile çevirmeleri çok önemli bence. Yine de gözyaşlarımızın daha çok sevinçle akması dileğim saklı içimde. Bence okumak, okurken düşünmek ve sonrasında bu konuyu yanınızdakilerle (çocuk edebiyatı özelinde, yanınızdaki minik dinleyiciler ile) konuşabilmek onlara ve duygularına değer vermenin de bir yoludur.

Yazının Devamı

Bir Balina Bir Bavula Nasıl Sığar

Dramatize etmeden, ajitasyona girmeden, kısacık kelimelerle ama kocaman anlamlara sebep olan ve göç konusunu ele alan bir kitap elimdeki. Bir çocuğun gözünden anlatılan ve sadece bavula sığacaklar üzerine başlayan satırlar bizlere çok şey düşündürüyor okur olarak. Raul Nieto Guridi hem yazıyor, hem de resimliyor kitabı. Bu da sözün resme, resmin de söze yer vermesi demek ve ikisini yapan da aynı kişi olduğu için kesintisiz bir okuma demek aynı zamanda. Ketebe Yayınları tarafından basımı yapılan kitabı Türkçe’ye Beyza Fırat çeviriyor.

Tek bildiği gitmesi gerektiği olan bir çocuğun anlatımıyla başlıyor her şey. Evet; neden olduğu, buna neyin sebep olduğu, ailesini, evini, arkadaşlarını, yaşadığı yeri neden terk etmesi gerektiğini o da bilmiyor. Bunların hiçbirinde hiçbir payı olmayan çocukların ödediği bir bedel zorunlu göç sahiden. Yola giderken yanına neler alır insan? Nasıl kurar hayallerini? O hayallere eşlik edecek ne vardır çantasında, bavulunda mesela? O şey veya şeyler her ne ise ne kadar taşır hasretini duyduğu şeyleri yanında? İnsanın düşünürken de üzüldüğü şeyler bunlar. Kahramanımız da bir balinayı sığdırmaya çalışıyor bavuluna. Engin denizlerde, büyük okyanuslarda yüzen o kocaman canlıyı bavuluna nasıl sığdıracak şimdi? Göç ile ilgili maalesef yakın tarihimiz oldukça dramatik sahnelerle dolu. Hatta her gün yenileri ekleniyor. Bir yandan uzayın derinliklerinde yeni keşifler yaşanıyor ama diğer yanda insanlık hala savaşlar içinde ve hala birarada yaşamayı beceremiyor. Hala yanlış politikaların sonucunu en çok çocuklar ödüyor. İşte öyle garip dönemler, garip ve üzücü zamanlar akıyor önümüzden. Bir Balina Bir Bavula Nasıl Sığar tam da bu söylediklerimi özetler nitelikte. Nereye gideceklerini bilemeyen bir sürü insanla birlikte olan küçük çocuk bavuluna bir balinayı sığdırıp yola düşüyor.

Çocuk edebiyatının çok güçlü ve insanı çok etkileyen bir yanı var. Hiçbir zaman sadece çocuklar için yazıldığını düşünmedim. Hedef kitlesi onlar olsa da yetişkinlerin de bu alandan büyük keyif aldığını biliyorum. Az söz ile çok şey anlatma sanatı ve o sanata resim ekleniyor, kalemler ve renkler eşlik ediyor. Bazen tek bir kare, bazen de tek bir sözcük yakalıyor sizdeki duyguları. O anda düğüm açılıyor sanki. İşte böylesi kitaplardan birisi elimdeki. İyi ki yazmış ve resimlemiş Guridi, iyi ki Türkçe’ye çevrilmiş dediklerimden. Sevdiklerimizle birlikte ve sevdiğimiz mekanlarda geçireceğimiz umut dolu, güzel yıllarımız olsun hepimizin ve en çok da çocuklarımızın yaşama sıkıca bağlanacakları anıları biriksin bu hayatta.

Yazının Devamı

“On minicik şey”

İki kardeş gayet konforlu ve aynı zamanda hızlı olan araçlarıyla her gün okullarına gidiyorlar. Bir gün araçları bozuluyor ve okula yürümek zorunda kalıyorlar. İşte olaylar da bundan sonra başlıyor. Nar Çocuk Yayınları basımını yapıyor ve Meg McKinlay da kaleme alıyor. Resimleyeni ise Kyle Hughes-Odgers. Türkçe’ye çeviren yazmıyor kitapta ve internet aramasında da göremedim. Bunu belki yeni baskıya girerlerken eklemeyi unutmazlar.

Hayatın hızla akması, yaşam mücadelesi derken çoğu şeyi yaşayamıyor ve sadece yaşamış gibi kalıyoruz. İşte elimdeki kitap tam da bunu anımsattı bana. Bir çiçeğin büyümesini izlemeyi bilemiyoruz mesela. Sabretmeyi de aynı zamanda. Çok fazla şey akıp gidiyor hayatımızdan ve biz ekran karşısında izler gibi bakıyoruz sadece. Bakmak, anlamayı ve hissetmeyi sağlamıyor çoğu zaman oysa ki. Bu kitap tam da kısacık sözcükleri ve bol resimleriyle işte böyle kocaman çağrışımlarla bıraktı beni yetişkin bir okur olarak. Kızımı anaokuluna bırakırken her gün yürürdük okula ve eğer çok geç kalmadıysak veya çok fazla yağmurlu değilse bu şekilde giderdik. Bu yol boyunca epey sohbet eder, etrafı izler, karınca yuvalarına bakar, salyangozları inceler, gökyüzünü izlerdik. Ayrıca şarkılar söyler ve bazen de dans ederdik. O anlarda bizi görenlerin ne düşündüğünü bilemiyorum şimdi buradan bakınca. Güzel zamanlardı sahiden. Yürümenin en iyi rehabilite edici eylem olduğunu söyleyebilirim. Durmak, bakmak, incelemek, anlamak üzerine kurulu bir eylem aynı zamanda. Tomurcuğu görebilir, çiçek açan ağacın önünde durabilir veya resim çekilebilirsiniz. Sonra o ağacın meyvesini bile tadabilirsiniz. Çok fazla şey yapmaya izin verir yürümek. Oysa tıpkı bu kitaptaki çocukların yaşadıkları öyle mi? Her gün hızlı ve konforlu araçlarında okula giderken önlerinden sadece görüntüler hızla akıp gidiyor ve onlar o yol boyunca neler olduğunu göremiyorlar bile. Aracın bozulduğu gün, çocuklar okula yürümek zorunda kalınca “on minicik şey” görüyorlar. Renkleri fark ediyorlar, merak ediyorlar ve hem yorulup, hem de keyif alıyorlar bu yoldan. Sonrasında araçları tamir edildiğinde de ona binmek yerine yürümeyi tercih ediyorlar. Çok güzel bir detayı paylaşıyor yazar bizimle. Gizli bir sır verir gibi.

Elbette gündelik hayatın telaşında belki okullarımıza, iş yerlerimize yürüyemeyiz. Mesafe uzun olabilir ve yürümeye elverişli değildir belki de. Tüm bunların dışında yine de gün içinde kısacık da olsa bir zamanı yürümeye ayırmak, kendimize dönmeyi de sağlayacaktır. Etrafımıza bakmayı ve bakarken görmeyi sağlayacaktır. Yenilenip, tekrar meşguliyetlerimize dönmemizi de sağlar bence o kısa zaman dilimi. Pek çok açıdan kitabı çok beğendim. Kapılarının önünden özel araçlarıyla alınıp okul girişine bırakılan ve sonra yine okuldan alınıp evin önüne bırakılan özellikle büyük şehir çocuklarının da kitabı anlaması umuduyla diye yazmak istedim ben de. Beton yığınlarının arasında nefes almaya ve yaşamaya çabalarken bu kitap ışık olabilir hepimize.

Yazının Devamı

Hediye Tohum

Gilles Abier’in kaleminden mizah dolu, okurken kıkır kıkır güleceğiniz bir kitap var elimde. Türkçe’ye Elif Aksu Kaya çeviriyor ve resimleyen de Çağla Yiğit. Hediye Tohum’daki ana karakter olan İgor doğum günü için oldukça heyecanlı birisi ama dedesi bu heyecana ortak olunca işin rengi değişiyor.

İgor aslında tüketim kültürünün içinden bir çocuk. Belki de okuyan herkes için maalesef artık “sıradan”laşan davranışlar ve cümleler geliyor ondan. Ancak bireyselliğin artık bencilliğe dönüştüğü bu karakterde etrafındakiler de zarar görmeye başlıyor. İşte tam bu noktada dede devreye giriyor. İgor’un sabırsızlıkla beklediği hediyelerin hepsini toplayıp kendi evine taşıyor ve geride ona sadece bir tohum bırakıyor. Bu tohumun büyüyüp meyve verdiğinde hediyelerini geri getireceğini söylüyor. Hayal edin İgor’un öfkesini ve hayallerinin nasıl yıkıldığını. Toprakla ilgili olanların bileceği gibi, rutinde yürütülmesi gereken işler vardır ve bunları aksatmak elinizde büyüyen canlıya zarar verir. İşte zamane çocuklarının beklemek, sabretmek konularındaki sıkıntıları bu kitapla sanki gün yüzüne çıkıyor. İgor haliyle bu tohumun bir bitkiye dönüşme ve sonrasında meyve verecek hale gelmesini beklemek istemiyor. Ancak karşısında oldukça kararlı bir dede var ve geri adım atacak gibi de durmuyor.

Böylece macera başlıyor. İgor elindeki ata yadigari tohumun bakımı üstlenirken yavaş yavaş değişip dönüşmeye başlıyor. Elbette bu süreçte küçük kız kardeşinin de etkisi oldukça fazla. Çabalamak, emek sarfetmek, karşılıksız bir şeyler yapmak İgor için yeni deneyimlenen şeyler arasında yer alıyor. Böylece günden güne tohumun bitkiye dönüşmesi ve en sonunda meyve verdiği ana ulaşıyor ana karakter. Tam da aynı gün dede eve geri geliyor ve hediyelerini veriyor İgor’a ama İgor bu bitkiden ayrılmak istemiyor. Böyle yazdığım gibi birkaç cümle ile değil de bolca heyecanlı olay ve kahkaha eşlik ediyor okumamıza. İgor’un öfkesi, patlamaları, heyecanı, kızgınlığı satırlardan yanımdaki dinleyicilere bulaşıyor. Öylesine içine alan bir kitap yani. Kitabın arka kapağına da bu dinleyicileri de benzer sürece dahil eden tohumlar eklenmiş. Evde bir şamata koptu haliyle. İçinde; domates, biber, kavun, karpuz, kabak ve roka tohumları var ve hepsi de yerli, ata tohumları. Küçük Cadı heyecanla babasına koştu, malum bizde toprağa daha yakın olan o. Ben sevme kısmında daha aktif rol alıyorum galiba. Neyse mesele bu değil, mesele vakti geldiğinde o tohumların toprakla bütünleşeceği ve benzer sürecin bizim evde de yaşanacak olması. Bakalım İgor gibi; bizimkiler de mutlu sona ulaşabilecek mi? Ben de meraktayım. Çağrışımları, aktarmak istediği ve sürükleyiciliği ile size ve yanınızdaki dinleyicilere iyi gelecek kitaplardan Hediye Tohum. Bir de yaşı kaç olursa olsun; bence bir kitabın sayfalarında beraber gezinmek oldukça güzel bir şey, hele hele kahkahalarınız benzer yerlerde yükseliyorsa hayattaki mutlu anları yaşıyorsunuz demektir. Beraber okumanın bana artısı bu oluyor işte. Uyurgezer Kitap’a bu güzel hediyeleri için teşekkürler, hem kitabın basımını üstlendikleri, hem de hediye tohumları için.

Yazının Devamı