Yazmak neydi, niyeydi, akademi neydi, niyeydi, yazılanlar, araştırılanlar, aktarılanlar neden işe yaramıyordu? Neden onca bilimsel çalışma varken, onca bilim uzmanı yıllardır aynı şeyleri tekrar ederken, sadece mekan ve olaylar değişiyor ama akıbetimiz değişmiyor? Yazmak hani iyi gelirdi bana ve en çok çocuk edebiyatı üzerine yazmak ve konuşmak mutlu ederdi ya beni, iyi de şimdi canımı acıttığı için klavyedeki parmaklarım günlerdir yaşadığımız acıyı ve buna sebep olanları dillendirmekten öte ne yapsın ki? 1999 yılında yaşadığımızı katlayarak tekrara düştük ve acılarımız, kayıplarımız da arttı. İyi de neydi sahiden insan olmak, neydi hayatın anlamı? Niyeydi onca acıdan ders çıkarıp sahiden işini yapmak? Niyeydi onca kongre, sempozyum veya konuşma? Niyeydi onca akan göz yaşı? Hani bir musibet bin nasihattan iyiydi. Hani ne zaman, sahiden ne zaman ders alacağız, ne zaman en doğal yaşam hakkımıza sahip çıkacağız? Ne zaman meydanlarda siyasi aktörler seçim için en çok yaşam hakkımıza sahip çıkacağını beyan edecek ve uygulamada bunu göreceğiz. Ne ölümüze, ne dirimize sahip çıkamadığımız zamanlar ve bu travmalar kaç kuşak daha aktarılacak acaba? O kadar çok soru, o kadar çok boşluk, o kadar çok işini yapmayanların sebep olduğu acılar var ki…
Bir canın kıymeti karşısında tüm kar zarar hesaplarının durması gerekir artık. Tek bir canın kıymeti karşısında herkesin aynı fikirde olması ve orayı düşünmesi gerekir. “Ama” kullanmadan, bahane bulmadan herkesin bu işteki sorumluluğunu üzerine alması şart. Hepimizin kendimizi bunca çaresiz hissetmesinin yanında bir Allah’ın kulunun da payı yok mu? Ne olacak, Kocaeli depremindeki gibi göstermelik birkaç cezai işlemle baş başa mı kalacağız? Nasıl oluyor biliyor musunuz; eğer o yıl (1999) benim gibi üniversiteye gitmişseniz, yaşıtlarınızdan birkaç yaş büyümüş oluyorsunuz. Onların güldüğü şeyler size anlamsız geliyor, onların sevindikleri sizin canınızı acıtıyor. Gencecik yaşınıza rağmen hiç bahar şenliğine gitmiyorsunuz mesela? Sonunda bir adım, hadi bir gayret diye gittiğiniz bir mekanda aniden içinizi bastıran pişmanlık ve “ama ben ne yapıyorum” duygusuyla o mekandan ağlayarak çıkıyorsunuz mesela. Sonra kilometrelerce yolu neredeyse iki haftada bir gidip geliyorsunuz, sadece ailenizi (eğer şanslı ve hala onlardan birileri hayattaysa) görmek için ama her yolculukta size gözyaşlarınız eşlik ediyor. Mesela her şehre girişte hala toparlanmayan kentteki karanlık ve yıkım görüntüleri aynı ana sizi tekrar tekrar götürüyor. Olgunlaşmak ne kelime, aniden ağaçtan düşen ve çürümeye yüz tutan meyvelere dönüşüyorsunuz. Yaşıtlarınızdan farklılığınız ve hayata size çelme takılan yerden devam ettiğiniz için daha fazla asılıyorsunuz mesela. Bir yaz tatilinde 3 ayrı yerde staj yapıp “sadece işi öğrenmek istiyorum, para almasam da olur” derken buluyorsunuz kendinizi. Neden biliyor musunuz sadece mezun olduğunuzda hemen bir işe girip ailenizdeki yükünüzü almak için. Çünkü kendinize edindiğiniz misyon sadece omzunuzu ağırlaştıran sorumlulukları azaltmak için daha çok çalışmak. Aynı eğitim döneminde ilk yaz sadece hasarlı evinizi onarmak için sabah saat sekiz, akşam saat sekiz binada duruyorsunuz mesela. Hasarlı evi olanlar ve kaybı olmayanlar diğerlerine göre daha şanslı duruyor elbette bu durumda. Sonra insan ilişkileriniz değişiyor, küs kalmak zorlaşıyor mesela. Yurtta bir arkadaşınızla gerildiğinizde bile sabaha kadar uyku sizi tutmuyor ve sabaha hemen o konuyu netleştirip iyileştirmeye çabalıyorsunuz. Belki de normalinizi kaybediyor ve kendinize yeni normaller yaratıyorsunuz. Bunlar sadece bana ait olan kısımlar, asla ama asla haddim de değil, niyetim de değil acıları şimdiki ile kıyaslamak. Sadece günlerdir içim acıyor çünkü biliyorum bunun kat bet kat fazlası var şimdi. Hala çözülemeyen sorunlar var. Hala soru işaretleri var. Çocuklar var mesela? Evlat edinme konusu konuşulurken bile utanmadan onu istismar etmek isteyenler ve bunu sormaya cesaret edenler var mesela? Yükümüz var, o kadar büyük bir yük ki, hayatımızın her anında eşlik ediyor bizlere. Elbette dayanışma var ve azıcık da olsa nefes aldırıyor o dayanışma. Hani göçük altında sürekli kalan madenciler var ya, işte onlar var en çok da. Yaşamın kıymetini ve her iş günü ölümle burun buruna gelmenin verdiği acı tecrübelerle alana kaygısızca koşan madenciler. Sonra, canla başla çalışan ve buna rağmen hedef gösterilenler var. Sadece o değil, bir sürü gönüllü var, sağlık çalışanı var ve içtenlikle elini taşın altına koyanlar var. Hepsi iyi ki var ama yeterli değil. Bizim artık tamamen ama tamamen bilime dönük, hurafelerden uzak bir anlayışa ve pratiğe ihtiyacımız var hayatımızın her alanında. Görüntülerde göz yaşları içinde kalan bilim insanları değil, sözü dinlenen, bundan sonra atılacak her adımda en baş köşede oturması gerekenler var ve elbette kolay yoldan akademide ivme kazananlar değil. Dünyanın başına gelen her felakette rol oynayan ve kişisel menfaatlerini her şeyin önüne koyup, onurunu hiçe sayanlar değil, evrensel değerlerde ve dünyanın takip ettiği bilimsel verilerle söylemini oluşturan, canlı yaşamını önceleyenlerden bahsediyorum. Atom bombasını icat eden değil mesela bahsini ettiğim bilim insanı! Ya da adından öte, onun önündeki ünvanı önceleyen de değil. Kalbi ile,insanlığı ile yaşayanlar olsun. Onlar vardı, varlar ve hep olacaklar. Artık talep etme zamanı, kendimiz için iyiyi talep etme zamanı. Ben insanca yaşamak istiyorum demenin, geç kalınmış olsa da,deme zamanı. Japonya örneğini 1999 yılında duyduk, şimdi niye yeniden duyalım deme zamanı. Neden artık ders almıyoruz, neden artık sadece endişe duymak değil, geleceğimiz için çabalamıyoruz deme zamanı. Kaygılarla, hüzünle, travmayla yaşayacağımıza hepimizin bir yanından soru sorma zamanı artık. Kişisel olarak uzun vadede neler yapabilirim deme zamanı en çok da. Tüm bunlarla beraber en çok da “unutmama” zamanı. İşimizde, seçimlerimizde, söylemlerimizde, onayladıklarımız ve sessiz kaldıklarımızda asla ama asla “unutmama” zamanı en çok da.