Saadet Sevinç Doğan

Saadet Sevinç Doğan

Çalınan dikkat

Çok uzun süredir beni bu kadar etkileyen bir kitap olmamıştı. Farkındayım; oldukça kişisel bir giriş oldu ama bunu söylediğim insan sayısı çoktu ve başka türlü başlayamazdım. Çok sayıda araştırmacı ile görüşen, çok sayıda makale okuyan ve bu alandaki tartışmaları değerlendiren bir yazar var karşımızda ve elde ettiklerini kitap olarak somutlaştırıp önümüze bırakıyor. Johann Hari, bu kapsamlı çalışmasında dikkatimizi bozan şeyleri, onu nasıl geri alabileceğimize dair çokça tartışmayla beraber ele alıyor. Barış Engin Aksoy’un çevirisi ile okuyoruz kitabı ve Metis Yayınları da basımını üstleniyor.

İlk sayfalarda şöyle bir açıklama ile biz okuyucuyu önce bir sarsıyor yazar; “Oregon Üniversitesi’nde görev yapan Profesör Michael Posner tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada, bir şeye odaklanmışken dikkatiniz dağıldığında aynı odaklanma durumuna geri dönmenizin ortalama yirmi üç dakika sürdüğü ortaya çıkmıştır.” Hadi bakalım başlıyoruz çağımızın en önemli sorunlarından birine dikkat vermeye. Teknolojik gelişmelerin artıları cebimizde dursun ama bizde neden olduğu sorunlara artık sırtımızı dönemeyeceğimiz bir noktadayız. Açıkçası her şeyin bu kadar büyük bir hızla ilerlediği ve hepimizin bir çeşit esir alındığı bu çağın neye evrileceğini ben de merak ediyorum. Sadece çocukluğumuzda keyif aldığımız şeylerden şimdiki çocukların keyif alamıyor olmasındaki payımızı sıkça düşünüyorum. Ekranlara kapanan ve kendilerini onların içinde vareden bir nesil, gerçek dünyadan uzaklaşırken neler dönüşecek, işte bu kısmı beraber deneyimleyeceğiz. Kitapta sosyal medyanın her birine dair detaylı açıklamalar ve onların bizlerde bıraktığı hissiyata dair de veriler var. Dolayısıyla tek başımıza, yani kişisel irade ile tamamen çözümlenmesi mümkün olmayan sorunlarda sistemsel değişim ve dönüşümleri izlememezi sağlıyor yazar.

Zamanımızın, enerjimizin, beslenme şeklimizin nasıl değiştiği ve her şeyin hıza teslim edildiği yeni dünya düzeninde aslında ekrandan kendimizi alamamamız için tasarlanmış her şeyin içinde olmayı görmek okur olarak sarsıcıydı. Tüketim alışkanlıklarımız için çokça zaman ayrılarak; bunların istenen şekilde olması için çalışanlar nihayetinde belirli ölçülerde amaçlarına ulaşıyor. Yazar konuyu çok kapsamlı şekilde ve derinlemesine irdeliyor. Çocuklarda verilen dikkat eksikliği ve hiperaktivite tanılarına değiniyor mesela ve bunların beslenme ile olan bağına. Sonra çocukların ekran süreleri ile günlük davranışları arasındaki bağa geliyor. Sonunda; yavaşlığın öğrenmeyi arttırdığı, hızın ise düşürdüğünü aktaran yazar; maalesef içinde bulunduğumuz duruma ayna tutuyor. Daha önce de duyduğum bir örneği burada da vermek istiyorum, yazar da paylaşmış bu bilgiyi. O da şu; telefonla ilgilenen ve mesajlara bakan kişi alkol almış ve direksiyona geçmiş kişiyle benzer reaksiyonlar veriyor. araba kullananları düşününce insanın kalbi sıkışıyor resmen. Dolayısıyla kazalar da kaçınılmaz oluyor; çünkü bir tane beynimiz var ve biz ondaki dikkati bölüp dağıtıyoruz yeni edindiğimiz davranışlarımızla.

Yazının Devamı

Benim Adım Hiç Kimse

Frank Cottrell Boyce öyle bir kitap yazıyor ki; etkisi uzun süre üzerinizde kalıyor. Mültecilik konusunu kardeşlik ilişkisi üzerinden, dramatize etmeden, ajitasyona başvurmadan, yalın ama vurucu bir şekilde anlatan yazar bizi ters köşeye yatırıyor. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan ve Arif Cem Ünver tarafından Türkçe’ye çevrilen kitabı gördüğümde içimden “Ben bu kapak resmini nereden anımsıyorum?” deyip durdum. Sonra anımsadım, bizim kızlar; Güzin Öztürk, Züleyha Ersingün, Dilge Güney ve Özge Bahar Sunar bir süredir çocuk edebiyatı üzerine konuşuyorlar ve o konuşmaya isteyenleri de dinleyici olarak dahil ediyorlar. Çocuklar, Kitaplar ve Ejderhalar adını verdiklerini podcast serisinde birbirinden farklı konularda sohbet ediyorlar kendi mağaralarında. İşte o mağara konuşmalarını dinlediğim bir yayında adı geçmişti kitabın. Sonrasında sormuş ve kitabı internetten aratmıştım. Ama o an almamışım, kaldı öyle ve sonra bir kitapçıda görünce eski bir dostu görmüş gibi hissedip yanaştım hemen yanına.

15 Aralık 2024 tarihinde okumuşum kitabı ama masada dururken ne zaman gözüm kaysa; içimden o iki mülteci çocuğa sarılasım geliyor. Koca koca büyüklerin yaptıklarının bedelini ödeyen her çocuğa olduğu gibi. Bizlerin cehenneme çevirdiği dünyada yaşama tutunmaya çalışan her çocuk gibi. Kendi yurtlarından ayrılmak zorunda kalmaları, aslında doğuştan edindikleri tüm haklardan mahrum bırakıldıkları bir yana, aslında vicdanı olan hepimize acı olarak yer ediyor her bir hikaye bedenlerimizde, belleğimizde. Buna yurtiçi ve yurtdışı demiyorum, çünkü çocuk olmanın ortak vatanı insanlık ve işte oradan yara alıyoruz sürekli. Bizler nasıl unutmuyorsak; o minik bedenler, kalpler de unutmuyor kendilerine yapılanları. Bakışları, duruşları, tüm hal ve hareketleri, şiddeti ve kötülüğü de. Kendini onarabilen onarıyor, onaramayan da kendilerinde veya başkalarında yara bırakmaya başlıyor maalesef. Yani biz aslında çocuklarımıza kötü bir hayat sunarken geleceğe de bunu miras bırakıyoruz.

Kitabın edebi dili çok güzel, oldukça akıcı ve merakı canlı tutan bir anlatımı var. Çocuk dünyası, hayal gücü, masumiyet ve savunma halleri oldukça gerçekçi ve çocuğa göre kurgulanmış. Oldukça yaratıcı bir kurgusu var aynı zamanda. O fotoğrafların ayrı mekanlarda çekilip kendi yurtlarından görüntülenmiş gibi gösterilmesi çok fazla metaforik öğe taşıyor bence. İnce bir zeka ve müthiş bir hayal gücü var her sayfada. Çocukların zor zamanlarda sırtlandıkları yüklerde abi olmanın, abla olmanın ağırlığı da var elbette. Keşke onlar sadece “kardeş” ortak paydasında olayın keyifli anlarını yaşayabilseler ama maalesef yaşam ayrı yerlerden sınıyor her birimizi. Kitaptaki abi karakteri de kardeşine siper ediyor kendini her zaman. Küçük kardeş ise abisinin kanatları altında kendini güvende hissediyor ve rahatlıyor. Sınır dışı edilme endişeleri, buna dair kendilerini korumaya alma telaşları ve girdikleri yeni ortama uyum sağlama telaşları oldukça etkileyici.

Yazının Devamı

Küçük Cadı Şeroks

Hem adı, hem kapağı ile çağırıyor kitap okuyucuyu. Aslı Der yazıyor ve Huban Korman da resimliyor. Günışığı Kitaplığı da basımını üstleniyor kitabı. Aslında bir seriye ait kitap Küçük Cadı Şeroks. Serinin diğer kitapları Büyük Tuzak ve Barış Odaları. Onları henüz okumadım ve bu yazı ilk kitap üzerinden yazılıyor. Öncelikle yazara aşinayız. Onu en çok Defne’yi Beklerken’i okurken tanımış ve beğenmiştim.

Masalları seven birisi olarak Masallar Ülkesi’nin konu alınması bir artıyla başlıyor bende. Buradaki masalların bitmesi nedeniyle Şeroks yeni masallar bulmakla görevlendiriliyor. İşte macera burada başlıyor. Akıcı, heyecanlı, ilgi uyandırıcı masallarla geçiyor Şeroks’un maceraları. Hani Aşık Veysel’in “Kim okurdu, kim yazardı. Bu düğümü Kim çözerdi” diyor ya, işte biz de merakla yazarın o düğümleri çözmesini bekliyoruz. Kalemini Şeroks’la oynatan yazar, her düğümü çözüp, bizi mutlu sona götürüyor. Galiba masallarda insana en iyi gelen şeylerden birisi de türlü badireler atlatılsa da mutlu sona ulaşılması, iyilerin kazanması, adaletin sağlanması. Bu kitapta da Şeroks’un kuzeni ile buluşma anı tam da böyleydi, elbette dev ile köylülerin buluşması ve diğer hikayelerde de benzer şeyler işledi. Bence son derece başarılı bir şey yapıyor yazar, çocukluğumda aldığım tadı alıp bu yeni genç okurlara taşıyor. Demek ki pek çok şey değişse de insana iyi gelen şeyler bir şekilde kuşaklar boyu aktarılabiliyor. Üstelik yeni kalemlerle ve doğru şekilde yapıldığında büyük bir artı olarak kalıyor çocuk edebiyatına. Bu kitabı da böyle görüyorum. Sözlü tarih geleneğini taşıyor aslında Aslı Der bizlere. Benim alışık olduğum, bildiğim bir tını ve okurken ayrı keyif aldım.

Kitapta anlatılan masallarda birçok konu yer alıyor, yine, empati, güç ilişkileri, hırs gibi kavramlar da var. Yani aslında yaşama dair pek çok şey edebi haz ile okuyucuya sunuluyor. Açıkçası şimdiden serinin diğer kitaplarını merak ettim, çünkü arka kapakta serinin ikinci kitabı Büyük Tuzak için Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği tarafından “Yılın en iyi çocuk romanı” ödülü aldığı yazılı. Bu derneği bildiğim ve değerlendirme süreçlerindeki titizliği tahmin ettiğim için ödülü de kıymetli buluyorum. Dolayısıyla merakıma bir damla su daha taşıyor bu bilgi. Kitabı okurken mekanı değiştirmek, aileden ve sevdiklerimizden ayrılmak kavramlarını da düşündüm Şeroks’un yolculuğu ile. Bu, yolda olma halinin insanı büyüttüğü, dönüştürdüğü bir gerçek ve Şeroks da yola çıkarkenki halinden daha farklı olarak dönüyor ülkesine. Yolda olmayı, yolun insana kattıklarını hatırlatması da önemli bence. Bizim gibi toplumlarda bağımlı ilişkiler maalesef daha fazla, ama aslında kişinin kendini bulması biraz da bu bağımlı ilişkiden çıkması ve bağlı hale gelmesiyle mümkün gibi. En azından ben böyle düşünüyorum. Mesela başka şehirler görmek, ülkeler görmek, başka yemekler yemek, müzikler dinlemek de insanı olgunlaştırır. Elbette temelde başka düşünme biçimlerini görmek ve bu çeşitliliğe saygı duymak kıymetli. İşte bunun için eğer az önce sıraladıklarımı yapmak daha zor ise, en azından başka insanlarla başka sohbetlere girerek başlayabiliriz o dönüşüme. İşte bence bir kitabın kendimde sevdiğim en güzel etkisi; son satırlar bittiğinde bende başlayan çağrışımların artması, yazarken devam etmesi. Ezcümle Aslı Der iyi yazar, yazdığını okumak iyi hissettirir.

Yazının Devamı

Ben Artık Büyüdüm

İthaki Yayınları’nın basımını üstlendiği “Ben Artık Büyüdüm” kitabındaki minik filin bir benzeri bizim evde yaşıyor. İnanmazsanız bir ara gelip bakabilirsiniz; o kadar iddialıyım yani. Tamam, biliyorum bir kitap tanıtım yazısı için çok kişisel bir giriş oldu ama bunları hissederek okudum kitabı. Susanna Iserin tarafından yazılıyor kitap. Şimdi yazarın diğer kitaplarına baktım da, onun bizim evdekini tanıdığı gibi, biz de onu tanıyoruz aslında. Çocuk dünyasını çok yakından bilmesi ile diğer kitaplarını da keyifle okumuştum. Dolayısıyla Türkçe’ye çevrilen tüm kitaplarını okuyabilirsiniz siz de. Marta Cabrol da az pay sahibi değil bu çalışmada. Resimleri ayrıca izleneceklerden. Kitabın çevirmeni de Emrah İnce.

Küçük fil annesine büyüdüğünü söylüyor ve annesi de ona ilk önemli görevini veriyor. Yalnız görev yerine getirilirken türlü badireler atlatılıyor ve küçük fil epey yoruluyor. Bazı yerlerde kendini kaybediyor, eve getirmesi gereken çikolatanın neredeyse tamamını yiyiyor mesela. Burada bizdeki anıyı anlatmasam olmaz. Biz de evdeki ufaklığa görev verdiğimizde aynı bu küçük fil gibi mutlu oluyor ve hemen “görev adamı” pozisyonuna geçiyor. Bir defasında komşularımızdan birisinin tabağını kurabiye ile doldurup iade etmesi için vermiştik ve bizimki komşuya gidene kadar bir kısmını yemişti. Açıklamasında da “Ne var, kenarı kırılmıştı, ben de yedim işte” olmuştu. Aradan epey zaman geçti ama hala bunu konuşup gülüyoruz haline. Kitaptaki küçük fil de minik bir parça alıyor çikolatadan ama sonra biraz daha, biraz daha derken epey bir kısmını bitiriyor. Olanlar keşke sadece bununla sınırlı kalsa ama kalmıyor işte. Bir sürü şey eksik, kırılmış veya yanlış alınarak eve geliniyor. Haliyle annenin kollarına kendisini bırakınca da tüm duygular kaynağına ulaşıyor ve bizim küçük fil bir güzel ağlıyor görevi yerine getiremediği için. Hangimiz ilk büyüme çabalarımızda hata yapmadık ki? Anne de çok güzel şekilde yavrusunu kucaklıyor ve onu çabası için övüyor.

Kitapta sadece anne değil, küçük filin gün içinde muhatap olduğu herkes oldukça pozitif. Her şeyden önce küçük filin şehirde bir sürü yere tek başına gidebileceği kadar güven var etraftakilere. Bu çok güzel, çok önemli bir ayrıntı ve büyümek için serbestlik tanınması gereken çocuklar için ilk akla gelenlerden. Açıkçası ben kendi çocukluğumdaki serbestliği kendi çocuklarıma tanımakta zorlanıyorum ve eminim pek çok ebeveyn de benim gibidir. Son dönemde yaşanan olumsuz olaylar nedeniyle endişenin yükseldiği bir ortamdayız ve fazla korumacı davranıyoruz ama bu sefer de çocuğun gelişimini sekteye uğratıyoruz. Tam da bu nedenle, bence, keşke herkes ama en çok da tüm politik liderler, karar vericiler, kent planlamacıları, eğitimciler ve çocukla işi olan herkes çocuk edebiyatına dalsa. Oralardaki artı yönleri görse ve mesela bir çocuğun güven içinde, sağlıkla büyümesi için tüm koşulları oluşturma noktasında hemfikir olsa. Bu, fikri ortaklık, her karar ve eylemde görünür olsa. Sonra mesela bizler de güven için de, “hadi bakalım bugünkü alışveriş sana ait, git listedekileri al ve gel” diyebilsek. Tam da kitaptaki anne filin yapabildiği gibi. Bence tüm çocuklar kendilerine tanınan hakları sonuna kadar hak ediyorlar.

Yazının Devamı

Çürüme

Maalesef elim çocuk edebiyatında severek okuduğum bir kitap üzerine yazmaya gitmedi yine. Epey zamandır zorlanıyorum, eminim bu ülkede yaşayan milyonlarca insan da benim gibi. Pek çok sorun birikti toplumda ve artık nefes almak zorlaştı. “Narin” olayı, kısacık bir süre sonra Sıla bebek, ardından iki kadının katledilmesi, Van’da aniden ortadan kaybolan ve bir süre önce cesedi bulunan Rojin derken daraldıkça daraldık. Elbette bunlara ilave maalesef ama maalesef çok daha fazla isim ve durum var. Hayvanlara yapılanlar, taciz, tecavüz ve şiddet olaylarının en sert halleri. Kendinden zayıf olana tavrındır ya senin karakterini belirleyen; işte tam da bu nedenle aslında ilk başta o masum canlara kıyanlara en sert perdeden cezalar verilip, uygulanmalıydı. İşin ucu orada kopmaya başlıyor. Hayvana yapılan eziyet misliyle bebeğe, çocuğa, kadına dönüyor ve bu dönme hali toplumsal zedelenmelere neden oluyor. Daha kötüsü olamaz dediğim anlarda maalesef son birkaç haftada yeni kötüler eklendi. Yeni doğan bebeklerin ölüme terk edildiğine dair haberlerle allak bullak olduk hepimiz.

Bir süredir işinin uzmanı kişilerle söyleşiler yaparken varolan sorunlara nasıl çözüm üretilebilir üzerinden konuşmaya ve bunu kamuyla paylaşmaya çabalıyoruz kurum olarak. Bu söyleşilerde madde kullanımının nasıl arttığını, çocuk taciz ve tecavüzlerinde ne durumda olduğumuz, lohusalık halinde yaşanan değişimler, zorbalık, ergenlik ve daha bir sürü şey konu oldu bize. Topluma dair ne varsa konuşmaya çalıştık ve devam ediyoruz. Lohusalık mesela; başlı başına fiziksel ve duygusal bir süreç. İki çocuk doğurmuş bir kadın olarak, onu korumak ve hayatta kalmasını sağlamak için nasıl üstün bir emek harcandığına şahidim ve benzer deneyimler geçirdim. Onun nefes alıp almadığını defalarca kontrol edersiniz ilk zamanlarda. Sonra eliniz sertse onun tenine zarar gelmesinden endişe ile, hemen kremlere sarılırsınız mesela. İlk çocuğumda odasına telefon almamıştım, radyasyona maruz kalmasın diye. Emzirmek için iki saatte bir uyanıp onu beslemeye çalışırsınız mesela. Tüm duygu durumu değişimlerini yaşarsınız ama onun tek bir gülümsemesi dünyalara bedel olur mesela. Tüm bunlar eğer bebeğinizi katillere kaptırmadıysanız ve eve sağlıkla gelebildiyseniz olur. Ama son olaylar, haberler kanımızı dondurdu. Nasıl kıyarsınız o mis kokulu bebeklere? Nasıl bir vicdansızlık örneğidir bulaştığınız suçun içeriği? Nasıl bir çürümedir ki, bir anneyi bebeğinden, ailesinden ayırmaya bedel biçersiniz mesela? Anlayamıyorum, akıl sır erdiremiyorum. Narin’deki tüm saçmalıklara erdiremediğim gibi. Sıla bebekte yaşanan şiddete erdiremediğim gibi. Ama bebek ya bebek, mis kokulu bebekler… Her şeyi geçtim de, insanda hiç korku olmaz mı ya, o bebeklerin ahında boğulmaktan zerre endişe duymaz mısınız? Tüm kaideleri kenara bırakın, hiç mi insanlığınızdan utanmazsınız?

Eğitim sistemindeki sorunlar, okullarda yaşanan şiddet ve zorbalıklar, toplumsal şiddet, taciz ve tecavüzler derken bence silkelenmenin zamanı geldi de geçiyor. Toplumun tüm katmanları ile yönetsel bazda yer alan herkesin, siyaset üstü olarak tamamen ülke sorunlarına dönüp onlar için politika üretmesi artık şart. Bu şekilde yaşanmaz. Bu korkularla baş edilemez. Bizler bu toplumun parçası olarak ve ülkenin vatandaşları olarak tüm bu kötülüklerin dışında, güven içinde, huzur içinde çocuklarımızı büyütebilmeliyiz. Bunun bir davranış, yaşama şekliyle ilgilisi yok, olsaydı hayvana tecavüz edilmezdi. Tam da bu nedenle artık bu şiddete bir dur demenin zamanı geldi. Yazacak daha iyi konularımız vardı, küçük şeylerden de mutlu olabiliyorduk ama son dönemdeki yaşanan çürümenin bizleri hasta etmesi kolaylaştı. Hasta bir toplum olmaktansa hepimizin seçilmişlere, yöneticilere taleplerimizi dillendirmemiz gerekiyor artık. Ben bir anne ve kadın olarak; bu olaylarda payı olanların adilce yargılanma sonrası en yüksek perdeden ceza almalarını istiyorum. Ailelerin ahı, o lohusa kadınların memelerinde biriken her damla anne sütünün hatrına herkes hesap vermeli. İlgisi, dahli olan herkes adilce yargılanmalı. Bizler Anadolu masalllarıyla büyüdük, çocuklarımıza onları anlatırken bulduk kendimizi. Oradaki iyiyin galip geldiği yerlerde soluk aldık. Aile dizileri ve filmleriyle yoğrulduk. O aile dizilerinde dayanışma, iyilik ve empati vardı. Şimdikilerde toplumun yansımaları hakim. İşte tam da bu nedenle topyekün bir sirkelenme diyorum. Diziler, gündüz kuşağı programları, filmler, sosyal medya paylaşımları ile herkes biraz daha fabrika ayarlarına dönmeli. Bu kendi kendine olmayacağı için buna uygun politikalar üretilmeli. Özendirici olumsuz yayınlardan kaçınılmalı ve toplumu iyileştirme herkesin kalben istediği bir şey olmalı. Yoksa bunca kötülükle baş edemeyiz. Bu ülkede ve toplumda daha iyi şekilde yaşamak mümkün ve o mümkün için sadece içimi dökmek istedim.

Yazının Devamı

Düşpeşe –Taşların Sırrı

Ortak bir proje sonucu ortaya çıkan kitap Düşpeşe-Taşların Sırrı. Projelendiren Nalan Yılmaz. Yazarlar; Ayşen Göreleli, Ayten Kaya, Bihter Bilir, Duygu Uzel, Esma Zafer Ertan, Gönül Çatalcalı, Gülseren Mungan, Hande Baba, Nalan Yılmaz, Nermin Şenol Kalyoncu, Nevzat Süer Sezgin, Oya Uslu, Sevin Sezgin, Sülbiye Yıldırım, Vicdan Efe, Yayla Boztaş. Bu kadar çok yazarlı bir romanı ilk kez okuyorum. Bence oldukça kıymetli bir çaba bu. Okurken bir yazardan diğerini geçişi hiç hissetmedim ve bu da çok güzel. Tüm yazarlar aynı dili yakalamış ve aynı duyguda ilerliyor. Açıkçası bunca kişinin aynı şey için uğraşması hem ilginç, hem de mutluluğu çoğaltmak gibi geldi. Anlatmak istedikleri bir şeyler var, ortak kaygıları var ve bunun için omuz omuza ilerleyecekleri kişiler var. Bu, insanı güçlendiren de bir şey. Üstelik edebiyat hepsinin ortak dili ve orada da yakınlar. KeKeMe Kitap Yayınları tarafından basımı yapılan kitap bir grup ortaokul öğrencisinin etrafında ilerliyor.

Güneydoğu Anadolu bölgesinde birbirinden kıymetli yerleri gezi planına alan Simla öğretmen ile Eren öğretmen 7.sınıf öğrencilerini İzmir’den yola çıkarır. Katman katman tarih kokan, hikayeleri, rivayetleri, ev sahiplikleri fazla olan yerler her öğrencide dönüşüme sebep olur. Gezmek ve gezerken öğrenmek oldukça kıymetlidir. Kitapta öğretmenlerinin planlaması ile görülecek yerler çocuklar tarafından paylaşılmış ve herkes kendi konusunda bilgi edinmiştir. Dolayısıyla gittikleri yerleri kendileri anlatırlar. Elbette yol boyunca kendilerine eşlik eden kişiler de bölgeye dair bilgilerini paylaşır ve sohbeti zenginleştirir. Kendilerinden yüzlerce yıl önce oralarda yaşayan insanlara dair anlatılanlar masal gibi de gelir, hayal dünyalarını zenginleştiren rüyalara da evrilir. Kurgusunu çok beğendim ve bir ara sanki çocuklarla birlikte geziyor gibi hissettim. Eski uygarlıklara, yaşanmışlıklara dair merakım beni de bu tip yerlere götürür ve oralarda hep insanlık tarihini düşünürüm. Gündelik olandan alıp uzaklaştırır bu geziler ve başkalaştırır insanı. Bu gruptaki çocuklarda da öyle oluyor; her birinde farklı bir olayla. Dolayısıyla okur olarak da merak duygusunu sonuna kadar yaşadım diyebilirim.

Tarih, arkeoloji, antropoloji, mimari, gastronomi ve birçok farklı alandan beslenen bir kurgu var karşımızda. Coğrafya zaten bunların hepsine ve fazlasına müsait. İşin içine bir de edebiyatı katınca oldukça güzel bir iş çıkıyor ortaya. Çocukların merakları, korkularına baskın çıkınca olaylar maceraya dönüyor ve okur olarak bizi de sürüklüyor peşi sıra. Cemşit kuşu görmek isterdim mesela, sonra kafamda hala görmediğim yerler belirdi ve oraları görme gereğini derinden hissettim. Taşların Sırrı yazıyor kapakta, evet herkes her şeyi saklamaya çabalasa da gerçek üzeri örtülse de, bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Onu anlayan, dinleyen ve merak eden olduğu sürece. Kitabı oldukça güzel bir noktaya bağlamış yazarlar. Fazla detay yazmak istemiyorum; çünkü okuyacaklara haksızlık olabilir. İlgili, duyarlı, bilinçli, kültürel değerlere önem veren bu ekibin her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Son bir teşekkür de beni bu kitapla buluşturduğu için Nevzat Süer Sezgin hocama.

Yazının Devamı

Ela’nın Maskesi

Virüsler şüphesiz yaşamımızın bir parçası ve onlarla mücadelede belirli yıllarda sorunlar yaşanmış, yaşandı ve belki yaşanacak. Önceki yıllarda yaşanan salgınların dışında bize en yakın olanı pandemiydi. Tam da o dönemde Pötikare Yayınları Ela’nın Maskesi’nin basımını üstleniyor. Yazarı ve resimleyeni İlaria Capua. Hedef kitlesi okul öncesi olan yayınlar bence oldukça güzel ve ilgi çekici. Hareketli kitaplar, delikli kitaplar ve karton baskı oldukça uygun ve yoğun bir emeğin ürünü olarak raflarda yer alıyor. Bir güzel tarafı da artık bu yayınları çocuk kütüphanelerinde görebilmek. Küçük yaşlardan itibaren çocukların, onları düşünen kişilerce ve onlara göre hazırlanmış kitaplarla buluşmasını çok değerli buluyorum.

Pandemiyi bizim evin en küçüğü de geçirdi ama anımsamıyor. Maske takmayı bilse de detaylar hakkında pek bir şey kalmadı onda çünkü her sabah erkenden doğaya kendimizi attığımız ve öğle saatlerine doğru eve geldiğimiz zamanlarda daha yaşını doldurmamıştı. Kitap onun bu anlamda ayrıca dikkatini çekti. Mesela neden yüzyüze değil de sanal ortamda görüşmenin daha iyi olacağını anlamadı ve sordu. Ayrıca Ela ve babası büyük anne ve babaya market yapmaya gittiklerinde, onların neden çıkamadıklarını da anlamadı. Kitabın her sayfasında açılan pencereler vardı. Bazen bir dolapta, bazen oyun parkında, bazen yatağın kenarında. Bu, yanımdaki ufaklığın ve bence dolayısıyla kitabın hedef kitlesinin en ilgisini çeken kısımlardı. Çünkü dahil olmasına, kitabın içine girmesine ve merakını canlı tutmasına yardımcı oluyor bu özellikler. Bu özellik kitabın kapağında bile var. Ela’nın maskesini yandaki bir saat kulesinin üzerindeki aparatla aşağı indirip, tekrar takabiliyorsunuz. Yani daha kapaktan yakalıyor yayınevi okuru.

Pandemi geride kaldı ama yeni yeni salgınlar, mutasyona uğrayan virüsler hala var. Geride kalan haftada bu konuyla ilgili Kocaeli Üniversitesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sıla Akhan ile “maymun çiçeği” üzerine konuştuk ve akabinde bu kitabı gördüm kütüphanede. Orada Sıla hocanın anlattıklarında kafamı en çok kurcalayan şey yakında okulların açılacak olması ve özellikle küçük yaş gruplarının hijyen kurallarına nasıl dikkat edebilecekleriydi. Elbette tamamen mümkün değil ama en azından belirli konularda farkındalık oluşturmak için bu kitap çok iyi geldi bize. Hapşururken ne yapılması gerektiği, toplu yerlerde virüslerin en çok nerelerde olduğu, virüsü en rahat nasıl yok edebileceğimiz gibi kısımlar neredeyse tüm olasılıklarla ele alınmış. Edebiyat anlamında değerlendirmenin ötesinde, ben sadece bir kaynak kitap gibi düşünerek okudum yanımdaki küçük dinleyiciye. Ayrıca kitabın sonunda da pandemi dönemine dair sorularını kısaca yanıtladım. Tüm bunlar için bile, kitabın elimize, evimize gelmesi güzel. Bu yayınevinin küçük yaş grupları için özel tasarladığı ve basımını üstlendiği çoğu kitap gibi, Ela’nın Maskesi de oldukça olumlu kazanımlara imkan sunuyor.

Yazının Devamı

İçimdeki Kurbağa

Dilge Güney’in kaleminden “İçimdeki Kurbağa” kitabı ve resimleyeni de Gül Sarı. Bir sürü duyguyu harmanlayıp, biz yetişkin okuru çocukluğumuza götüren ama aynı zamanda zamane çocuklarına da eşlik eden bir yanı var kitabın. Kardeş kavgaları, okullarda yaşanan akran zorbalığı mesela bizim dönemimizde de vardı, şimdilerde de var. Bir abiyle büyüyen kız çocuğu olarak kitaptaki karakteri anladığım çokça yer oldu. Garip bir şekilde erkek çocuklarının oyuncağı oluyorsunuz ve ona karşı kendinizi korurken güçleniyorsunuz yaşama karşı. En azından ben kendimi öyle görüyorum.

Turna sadece abisi ile değil, okuldaki zorbalıkla da mücadele eden bir kız çocuğu. Onun duygularını çok yakından hissediyorsunuz bir okur olarak. Elbette o mücadele aile içinde de devam ediyor. Kendisini anlayan, destekleyen kişilerle de hayatı daha güzel ve yaşanır bir hale dönüyor. Zaten, galiba yaşanan olumsuzluklarda insanı en fazla yoran şey, bir kişi bile olsa kimsenin seni anladığını hissetmemen veya bunu göstermemeleri. Turna bu anlamda şanslı, hem Sinan var, hem de sonrasında Ceyda öğretmen.

Hayata, daha doğrusu insana dair çoğu duyguyu konu alıyor kitap. Rekabet, kıskançlık, üzüntü, dayanışma ve daha fazlası. Sadece Turna ile de değil, her karakterin ayrı bir değeri var olayların içinde. Pastaneci kadına bayıldım mesela. Galiba bir hayalimi süslüyordu bu meslek ve oraya dokundu bu sevimli karakter. Sonra ailenin genel hali ve geçim derdi, bu topraklarda yaşayan çoğu insana çok yakın gelen meseleler. Duygudan yakalıyor yani yazar bir başka deyişle. Çok yakın olduğu kadar çok da gerçekçi. Kişisel olacak ama yazmadan edemeyeceğim; Turna’nın abisi bir şakasında pis çoraplarını Turna’nın çantasına bırakıyor şaka amaçlı. Bunun çok ama çok yakınını erkek kardeşimiz ablama yapmıştı ve yastığının altına koymuştu o kokulu çoraplarını. Ablam hala “o koku beynime işledi, hiç gitmiyor sanki” der. İtiraf edeyim, bu olay olduğunda ablamın hali ile biz de epeyce gülmüştük. Yani yazar sanki bizim aileye de uğramış ve oradan da malzeme toplamış gibi. Eminim okuyan pek çok kişi de benzer şeyleri hissedecek. Bence bu düşüncede etkili olan şey içinde bulunduğu toplumu tanımakla ilgili. Dilge Güney bu toplumu, aile yapısını, kardeşlik ilişkilerini tanıyor, biliyor ve bunu kalemiyle aktarıyor. O nedenle de duygusal bağ kurmanız bir okur olarak sanki kolaylaşıyor. Bir yazarın; toplumu, kültürü tanıması ve oradan beslenerek, üretim yapması bence güzel bir şey. Tüm bunları yazarken çizeri de atlamayayım, onun da çizimlerini keyifle takip ettim. Turna’nın midesi bulanınca resmedildiği yerlerde benim de midem bulandı mesela. Emeklerine sağlık herkesin. Tudem Yayınları da basımı üstlendiği için bence güzel bir buluşmaya aracılık etmiş. Niceleri eklensin bu kitaplara.

Yazının Devamı

Korkuluğun Kalbi

Yalvaç Ural’ın kaleminden çıkıyor Korkuluğun Kalbi. Sebastian Barreiro resimliyor ve Marsık Kitap tarafından basımı yapılıyor. Çocuk kütüphanesinden daha önce alıp okumuştuk ama yine elim bu kitaba gitti. Bir de çocuklar iki tane olunca; farklı zamanlarda aynı kitabı okumak isteğinde olabiliyorum. Biraz kişisel bir taraftan yazacağım bu sefer. Kitabın yetişkin olarak bana da iyi gelen yanları var. En çok da şefkat, sevgi ve iyilik temalarını usulca elime bırakıp gitmesi var yazarın.

Belki de bu ara buna ihtiyacımız fazla diye almışımdır kütüphaneden. Bu kez okurken farklı duygularla okudum ve daha çok sevdim kitabı. Elbette ülke ve dünya gündeminden bağımsız değil tercihlerimiz. Bir tarafta çocuklar ölürken, ailelerinden, evlerinden koparılıp türlü acılar çekerken, diğer taraftan sokak hayvanları ile ilgili bir ton çözüm üretilebilecekken, hepimize çözümsüzlük içinde yine ölümle hemhal olmak düşüyor. Uzun vadeli ama yaşamdan yana tercihler olabilir. Hala da olabilir, hayatın tüm katmanlarındaki canlılar için daha iyisi olabilir oysa. İşte tüm bu duygular içinde yine mesela tüm çocukların eğitim, sağlık, beslenme gibi en temel haklarından faydalanmaları gerekiyor. Bunların aksine atılan her adım, buna dair verilen her karar ortak geleceğimizin aydınlığından azaltır. Tüm bu duyguların içinde elimdeki kitapta kendisine sığınan ve sürüsünü kaçıran bir sığırcığı kalbinin üzerinde saklayan ve besleyen bir korkuluk var. Hem de onu diğer yırtıcılardan da koruyan ve güvenli alan oluşmadan dışarı çıkmasına izin vermeyen bir korkuluk. Adı üstünde korkutup ekini korumak için oluşturulmuş bir şey korkuluk. Ama korkutmak şöyle dursun, en ince yerden dokunuyor insanın içine yazar her sayfası ve cümlesi ile. Elbette resimleyeni de ayrı tutmuyorum. Nihayetinde resimli kitabın duyguda yer edinmesi, duyguya dokunması tam da resim ve metin birlikteliği ile mümkün. Bu kitap onu başaranlardan.

Elbette korkuluğun ceket ceplerine tüm kış küçük bir cana yetecek kadar buğday tanesi bırakan çiftçiyi ve niyetini de es geçmeyelim. Minicik sığırcığın ayrılma vakti geldiğinde korkuluğun onun arkasından “Güle güle kalbim” demesi çok büyük sevgi cümlesiydi bir okur olarak benim için. Bu sevginin iyi gelen, iyi hissettiren ve yaşamdan yana olan tavrı apayrı. Hayat zaten bu tavırdan yana olanların hatrına dönüyor en çok da. Tıpkı bir yazarın ve çizerin kalemiyle yaptığı gibi. Umut olsun, örnek olsun, ilham olsun tüm yetişkinlere.

Yazının Devamı

Hikaye Ormanı

Yapı Kredi Yayınları tarafından basımı yapılan kitap oldukça önemli bir konuyu ele alıyor. Angelia Nanetti’nin yazdığı kitabı Brunella Baldi resimliyor. Türkçe’ye Filiz Özdem’in çevirdiği kitap aile içi şiddet meselesini ele alıyor. Genelde çocuk edebiyatında kaçınılan konulardan birisidir aile içi şiddet. Ayrıca bu konuları çocuğa görelik ilkesine bağlı kalarak ele alan kitaplar da sınırlıdır. Bununla birlikte bu çeviri kitap oldukça güzel bir şekilde ele almış konuyu.

Kitabın arka kapağında 6 ile 10 yaş aralığına uygun diye not düşülmüş. Resimleri de metni tamamlar tarzda hazırlanmış ve bu da okumaya yeni geçenler için daha seçici olabilir. Yine de her kitabın dinleyicisi ve okuyucusu bu yaşla sınırlı olmayabilir. Zaten çocuk edebiyatında direk yaş belirtmek oldukça yüzeysel kalabiliyor. Benim gibi bu alanı sevenler için yaş kriteri çok bir şey ifade etmiyor mesela. Ama çocukların göz hizasından anlatması, bir konuyu ele alması oldukça gerekli ve önemli. Hikaye Ormanı da bunu başarıyla yapıyor. Kitap; şiddete maruz kalanı bir kız çocuğunun ve onun oyuncak tilkisinin gözünden anlatıyor. Tilki de şiddet mağduru aslında ve kız çocuğu ile aralarında gelişen ilişki çok besleyici. Tilkinin zarar gördüğü durumlarda kızın onun iyileşmesi için izlediği yol ve iyileşme süreci de çok kıymetli. Dolayısıyla yetişkin okura da çok şey söylüyor aslında bir yanıyla.

Zor konuların nasıl işlendiği çok önemlidir. Çocuk edebiyatını da ayrı bir kategoride tanımlayan şey tam da onun hedeflediği yaşa göre nasıl bir pozisyon aldığı, hangi cümleler ve kelimeler ile, hangi kurguyla seslendiğidir. Yani aslında en önemli şey çocuğun göz hizasından konuyu ele alıp almadığıdır. Bizler toplum olarak zor konular üzerine konuşmayı ve düşünmeyi pek sevmedik sanırım. Bunların edebiyatta işlenmesi de bu anlamda tedirgin etmiştir uzun süre. Yeni yeni kırılan bir önyargı aslında bu da. Çünkü çocuğa her şeyin ama her şeyin, çocuğa görelik ilkesi ile anlatılabileceği ülkemizde de konuşulur haldedir artık. Çeviri kitaplar kadar, artık ülkemiz yazarları da zor denilen konulara yönelmektedir. Bunda otosansür kadar, kitapların okunmayacağı düşüncesini yaşayan yayınevlerinin yönlendirmesi de etkili. Elbette yayınevleri de okulların genelde velilerin yönlendirmeleri veya şikayetleri ile öğretmenlerin okuma listelerine dahil etmedikleri konuları baz almaktadır. Biraz detaya girdim ama olsun, en azından bu konuyla ilgili olumsuz tavırları göstermek için burada kalsın bu durum analizi. Çünkü zaten hayatın içinde olan çocuklar her şeyi ama her şeyi tüm detaylarıyla ifade edemeseler de yaşıyorlar ve hafızalarına kaydediyorlar. Ayrıca her şeyin farkındalar. Tam da bu noktada; o zaman neden konuşulur, yazılır ve üzerine tartışılır olamasın bu konular. Aile içi şiddet sadece anneyi hedef almıyor mesela, bu kitapta da belirttiği gibi annesinin mutsuzluğunun gölgesinde büyüyen ve annesini ağlarken gören tüm çocukları da hedef alıyor. İşte o zaman bunların görünür olması, saklanmasının aksine daha kıymetli bir şey ve belki de benzer deneyimleri olanlar için iyi gelen bir yan da taşıyabilir. Yalnız olmadığı duygusunu verebilir, şiddetin zararları üzerine düşünüp, çözüm yolları aranabilir. Küçük yaşlardan itibaren bu farkındalığı edinen çocukların belki de buradan çıkış yollarını daha net görebilmelerini sağlar çocuk edebiyatı. Duygudaşlık vermesi kıymetlidir ayrıca tüm diğer artılardan bağımsız olarak. Kitaptan ayrılarak ama konusu itibariyle kitap üzerinden yazdıklarımla birlikte Hikaye Ormanı, açıkçası beni ters köşe yaptı. Ben kitabı çocuk kütüphanesinden alırken, klasik masallara atıfta bulunan ve hikayelerle bizi buluşturacak bir kitap sanmıştım ama düşündüğümün çok ötesinde bir konu ve hikaye ile kucakladı bizi. Bu yazıyı okuyan herkese tavsiye ile…

Yazının Devamı

Kuşlama

Fatma Kılıç’ın kitabı Kuşlama çocuk haklarından yola çıkıyor. Çocuk işçiliğini kendisine mesele edinen yazar kitabında babasının zoruyla yazın çalışmaya zorlanan çocuğun ve arkadaşlarının buna karşı çıkma süreçlerini konu alıyor. Luna Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı emekli bir öğretmen.

Bugün elimdeydi ve az önce bitti kitap. Açıkçası merakı canlı tutan bir yanı var. Gün içinde ara verdiğim zamanlarda karakterlerin neler yaptığını, konuyu nereye götüreceklerini düşündüm. Babalık meselesini de gündemine alıyor yazar. Bunu çocuğun ağzından ele alması da güzel. Çünkü çocuklar içine doğdukları ailelerin davranışlarını bir süre normal görüyorlar. Ne zaman ki etkileşimleri artıyor, büyüyorlar, başka aileler ve onların ilişkileri ile karşılaşıyorlar; işte o zaman karşılaştırma yapma olanakları artıyor. Bu bazen erken olabiliyor, bazen de il dışında okunan okullar sayesinde olabiliyor. Kitabımızda Murat bunu erken yaşlarda farkediyor. Okulda babaları ile yapılanları anlatınca bir arkadaşları hüzünleniyor mesela ve babasının ağlık sorunu nedeni ile mutlu günlerin geride kaldığını düşünüyorlar. İşte bu farketme hali bir sonraki karşılaşmada daha sert oluyor. Yan evdeki Selim’in babası tüm şiddetiyle ortaya döküldüğünde Murat ilk kez kendi babasının ondan farkına bakıyor ve babasıyla mutlu oluyor. Bir yandan da Selim’in babasının şiddeti ve öfkesiyle de korkuyor. Yani yazar bize çocuk istismarını iki türlü gösteriyor. Hem babasından yana psikolojik ve fiziksel şiddet gören; yaz tatili için çocuk işçi olmaya zorlanan Selim ile, hem de işe başladığı yerdeki esnafın kendisine vurduğu tokat ile. Çocuk edebiyatında bu konuların işlenmesi, sorguya açılması ve konuşulması bence güzel. Bir yanıyla da çocukların, büyüklerin, mahallenin muhtarı ile ileri gelenlerinin biraraya gelerek Selim’e destek olması, babasını bu inattan vazgeçirme istek ve kararlılıkları güzel. Elbette kendiliğinden olmuyor, Selim yardım talebinde bulunuyor Murat’tan ve o da bu talebe yanıt veriyor tüm arkadaşları ve onların aileleriyle.

Eski Türk filmlerindeki mutlu sonları anımsattı bir başka yönüyle kitap. Hani iyilerin kazandığı mutlu sonlu filmler vardı ya, işte onlardan biri gibi. Bu nostaljik yanı bir yana, konusu ve kurgusu ile sonuna kadar ilgiyi canlı tutuyor. Çocuk haklarını anımsatıyor, çocuk olma kavramını sorguya açıyor ve bazen “gelenek” denilen şeyi de bir kez daha düşünmemiz gereğini anımsatıyor. En azından bende öyle oldu. Selim’in babası Veli karakteri mesela. Kendisi de küçükken çalışmış, erken yaşta hayata atılmış birisi. Doğru olanın bu olduğunu sorgulamadan içselleştirmiş, çocuğunu duymadan, onun önceliklerini düşünmeden, kendisine yapılanı yanlış diye düşünecek aralığı önce kendine açmadan baba olmuş. Hal böyle olunca da kendi doğrusunu dayattığı oğlunun itirazı ile otoritesi yıkılıyor ve bu onu daha da hırçınlaştırıyor. Neyse ki sona doğru, ben de kazanılan galibiyete rağmen; “acaba evde neler oldu, çocuğa nasıl davrandı” diye düşünürken, aynı düşüncedeki ve endişedeki Murat, bunun cevabını öğreniyor ve paylaşıyor bizimle de. Kitabı okurken bir yandan da yarın (2 Haziran 2024) ve sonraki Pazar sınava girecek öğrencileri düşündüm. LGS mesela, ne kadar çok zaman, enerji ve zorluk çocukların hayatlarında, kaygının daha az olduğu, rekabetin yerini arkadaşlık ve paylaşmanın aldığı bir öğrencilik koşulları olsaydı diye düşünmüyor değilim. Sanki bu da çocuk haklarına bu yönleriyle aykırı gibi geliyor. Küçücük yaşlarda, ebeveynlerin kaygı ve zorlamalarıyla ne olduğu belli olmayan bir maratonun içinde buluyorlar kendilerini. Kısacası çocuk hakları denilince çok fazla şey geliyor insanın aklına. Bu vesile ile sınavlarında herkesin emeğinin karşılığını alacağını umuyorum. Fatma Kılıç’a da böylesi önemli bir konuyu, yani çocuk işçiliği, çocuk istismarını çok yönlü bir şekilde ele aldığı için teşekkür ediyorum.

Yazının Devamı

Siber Suçlar

Normalde bu köşede çocuk edebiyatına dair yazılar yazıyorum. Nadiren de başka konular üzerine yazdığım oluyor. Bugün üzerine yazdığım kitap işte o nadiren kısmına giriyor; çünkü Siber Suçlar adında ve çocuk edebiyatıyla ilgili değil. Prof. Dr. Halis Dokgöz’ün editörlüğünde çıkan kitabın basımını Akademisyen Kitabevi üstleniyor. Çocuk edebiyatı değil ama çocukla ilgili çok önemli veriler sunduğu ve uyarılarda bulunup, çözüm önerileri verdiği için üzerine konuşmak, yazmak ve editörüyle sohbet etmek istiyorum. Bu yazı, işte bu niyetlerden bir tanesi.

Halis hocayı Mirgün Cabas ile Can Kozanoğlu’nun hazırlayıp sundukları bir podcastte dinledim ve merak ettim. Çalışma alanı(adli tıp) itibariyle konuya nasıl yaklaştığı da ilgimi çekti çünkü kişisel olarak bu konuya genelde iletişim alanında çalışanların dahil olduğunu görmüştüm. Nihayetinde kendisine telefonla ulaştığımda da “Hocam bizim alanda ne işiniz var, bunu bir konuşalım” dedim de, hemen “A yok, ben alanınıza girmiyorum, konuya kendi alanımdan yaklaşıyorum” dedi. Komik bir diyalog oldu, sonrasında da güldüm, sanki bazı alanlar belirli alanların tapusundaymış gibi. Halbuki böylesi önemli bir konunun farklı disiplinlerden kişilerce konuşulması asıl farkındalığı arttıran şey. Bu kafa karmaşasını paylaştığım Prof. Dr. İdil Sayımer de (Kocaeli Üniversitesi, Yeni Medya Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü) “Haklısınız, bazen kendimizi yankı odasında bulabiliyoruz, aynı çalışmalarda olanları dinlerken” dedi ve bu niyet biraz da onunla olan sohbetle netleşti. Halis hocayla sohbet edeceğiz ama öncesinde kitabından bahsetmek istedim. Siber zorbalık, siber mağduriyet, dijital şiddet, sanal dünya, nefret suçları, siber etik, siber suçlar, adli psikiyatri ve siber suçlar, siber suçlar ve halk sağlığı, siber linç, sanal gerçeklik vb bir çok konu kitapta farklı yazarlarca kaleme alınmış. Geniş açı ile konuya yaklaşılmış kısacası. O kadar ürkütücü veriler var ki; okurken durup durup “Ya biz nasıl kendi ellerimizle çocuklarımızı tehlikeye atıyoruz?” diye sorular sordum. Tam da bu nedenle yazıyorum; bence eğitimciler, ebeveynler ve aslında okuma bilen herkesin okuması gereken çok fazla şey söylüyor elimdeki kitap.

Bilimsel veriler ışığında hazırlanan makaleler, farklı disiplinlerden uzmanlarca hazırlanırken, bizi de konuyla ilgili daha fazla düşünmeye itiyor. Malum, pek çok açıdan zorluklar içinde çocuk büyüttüğümüz yıllardayız. Evet dijital dünya çok fazla artıyı barındırıyor içinde ama aynı zamanda çok fazla tehlikeye de açık bırakıyor kullanıcıları. Hatta ilerleyen yıllarda yapay zeka ile birlikte bu tehlikenin boyutları nereye varacak belli değil. Hukuk sisteminin de geride kaldığı ve kendini güncellemesi gereken yanlar var. Ben, her makaleden çok fazla şey öğrendim, öyle ki her makale sonrası eşimi arayıp, ona özet geçtim ve beraber düşündük çoğu yerde. Çocuk büyüten bir anne ve kadın olarak (çocuk istismarı ve kadınlarla ilgili de makaleler var ve dijital dünyadaki sıkıntıların bu grupları nasıl etkilediğine dair görüşler) gündemin tam da somut hali diye düşünüyorum bu kitabı. Hatta benzer dönemlerde mesela “ısrarlı takip” üzerine diziyi izlemiş birisi olarak, bununla ilgili de makaleyi kitapta görmem, çoğu kavramın netleşmesini sağladı kafamda. Bana kalsa, her makale için ayrı bir yazı yazarım ama bu köşe ve sınırlılıklarımı aşacağı için geri duruyorum. Yine de kitaba emek veren tüm yazarlara tek tek buradan teşekkür ediyorum. Bazı yerlerde notlar aldım, mesela çözüm önerileri verilirken eleştirel medya okur yazarlığı ile ilgili derslerin ilköğretimden itibaren işinin uzmanı olan iletişim fakültelerinden mezunlarca (elbette bu dersleri verebilecek formasyonda olanlar) verilmesi gereğini düşündüm bir kez daha. Yani; dijital dünyayı araçsal olarak kullanırken tehlikelerinden korunmak ve çocuklarımızı, kendimizi korumak için yapılması gerekenleri de düşünmeye kapı aralıyor kitap. Biraz huzursuz edici yanı da var ama başka türlü de gerçeklerle yüzleşemiyoruz gibi. Bilimsel verilerin ışığında hazırlanan bu kitabın bir anlamda koruyucu halk sağlığı çalışması gibi algılanabileceğini de belirterek yazıyı bitiriyorum.

Yazının Devamı

Charlotte’nin müzikli maceraları

Charlotte adındaki kanatlı küçük bir kahramanın peşinden gidip ortaçağdan günümüze müzik alanında dünyaya iz bırakan sanatçıları tanımaya ne dersiniz? Üstelik sadece o da değil, müzik bilgisi aslında kitabı bir ansiklopedi havasına sokuyor ama hemen oradan çıkarıyor. Çünkü bestecinin sadece müzik yaşamı değil, aynı zamanda kişisel hayatı ve yaşadığı yere ait kültürel öğeler de yer alıyor kitapta. Açıkçası birbirinden farklı yemek kültürü ürünlerini duymak, insanı meraklandırıyor bir yandan da.

Müzik bilimi ve felsefe eğitimi görmüş, aynı zamanda Berlin Flarmoni Orkestrası, radyo ve müzik dergileri için çalışmış bir yazar var karşımızda. Haliyle bunca donanımla ortaya çıkan birisi de; bir müzik insanını yaşamı, ürettikleri, kültürü ve coğrafyasıyla anlatabilir. Bunu da oldukça güzel bir kesim için yapmış Christine Melich. Çizer Maren Barber da yazar gibi donanımlı bir isim. İletişim tasarımı eğitimi görmüş ve o da Berlin Flarmoni Orkestrası için çizimler yapmış birisi. İki müzik ilgilisi, bilgilerini ve edindiklerini çocuklar için okunabilir ve izlenebilir hale getirmişler. Bence oldukça kıymetli bir çaba. Çocuk edebiyatının neresinde durduğu konusuna girmeden, sadece bir kaynak kitabı eğlenceli hale getirmeleri bile önemli. Sadece çocuklara değil, müziğe ilgili herkese hitap eden bir yanı var bence.

Bazı müzisyenlerle ilgili daha önce hiç duymadığım şeyleri söylüyor yazar bir başka yanıyla da. Onun bir insan olarak artı ve eksi yönlerini tüm açıklığıyla paylaşıyor. Zaaflarına değiniyor mesela cesurca. Ayrıca önemli seslerin, müziklerin bilgisi ile de kulağımıza kar suyu kaçırıyor bu güzel kitap. Ben iki çocukla okudum ve elbette en küçüğümüzüm dikkat süresine göre okuma yapınca her akşama bir müzisyen düştü. 5 ve 12 yaşındaki çocuklarımın en fazla ilgisini çeken şeylerden birisi, o bestecinin Charlotte’yle sohbet ederken ikram edeceğini söylediği yiyecek, tatlı oldu. Hayalimizde o ülkeye gitme fikri bir yanda dururken, diğer yanda da yeni tadlar deneme merakı sardı bizi. Bu yönüyle de okurların ilgisini çekebilir. Kısacası kitabın varlığını çocuklar için olumlu buluyorum ve mesela müzik öğretmenlerinin özellikle yararlanabileceği çok hoş bir kaynak olarak da görüyorum. Vivaldi’nin Dört Mevsim eserini müzik öğretmenim(Sevgi Şahbenderoğlu) ve okulumuzdaki müzik odası sayesinde lisedeyken detaylıca dinlemiş birisi olarak, çocukların çok erken yaşlardan itibaren evrensel değerler ve müzikle, sanatla buluşmalarını çocuk hakları bağlamında düşünüyorum. Umarım buna politik liderler ve eğitimciler de gereken özeni gösterebilirler.

Yazının Devamı

Tırtık Tütüyor

Robert Starling hem yazıyor, hem de resimliyor Tırtık Tütüyor kitabını. Nil Tuna da Türkçe’ye çeviriyor ve Final Yayınları da basımını üstleniyor. Tırtık sevimli ve küçük bir ejderha. Aslında bakılırsa bizim evdekine çok benziyor. Yolun başında birisi olarak henüz duygularına yön veremiyor ve tepkilerini ayarlamakta zorlanıyor. Haliyle bir insan yavrusu olmadığı için de ağzından çıkan alevler kazalara sebep oluyor ve bu da arkadaşlık ilişkilerine zarar veriyor. Çok tanıdık sahneler bir tarafıyla.

Yazan ve resimleyeni aynı olan kitapları hep avantajlı bulurum ve bunu sıkça yinelerim. Resimli kitaplarda bu yazarın sözden ve kelimelerden sıkıldığında resme, resimden sıkıldığında kelimelere sığınırlar ve biz arada hiç kopukluk hissetmeyiz. Söz ve resim muhteşem bir uyum içinde kitabı tamamlarlar. Elimdeki kitap da onlardan birisi işte. Hatta kapak tasarımı da çok ilgi çekici; çünkü maalesef minik ejderhamızın öfkesi kapağa da ulaşmış ve üzerinden dumanlar yükseliyor. Ortada ise şaşkın ve ortaya çıkan manzaradan utanç duyan ejderhamız bize bakıyor. Etrafında da onun öfkesini kontrol edememesinden muzdarip olanlar ona bakıyor. Kapağından yakalıyor merak duygusunu. Bence Robert Starling her resim ve söz ile çocuk dünyasına çok yakın birisi. Çocuğun göz hizasından bakabilen birisi yani.

Neden her hatanın kendisinden kaynaklandığını bilemeyen Tırtık nihayet güvendiği birisinin desteğini alarak öfkesine esir olmaması gerektiğini görüyor. Çünkü o aslında içten içe hep yaşadığı zor duruma veya haksızlığa itiraz ettiğini sanıyor ama her taraf küle dönünce o kavramlar da anlamını yitiriyor haliyle. Belki yetişkin okurların da çok şey bulacağı bir metindir ve ben uzun bir süredir çocuk edebiyatının aslında daha çok yetişkinlere bir şeyler fısıldadığını düşünüyorum. Hem artan şiddet olayları karşısında içimden geçen herkesin Tırtık’ın hikayesine kulak kabartması. Çok geç olmadan, ortalık savaş alanına dönmeden, duygularımızın farkında olarak ve onları kontrol etmeyi öğrenerek yaşamaya devam edersek daha az zarara uğratırız hem kendimizi, hem çevremizdekileri. İşte tam da bu nedenle, bu çağrışımla yetişkinleri bu kitabı alıp okumaya ve sonra da yanlarındaki miniklerle paylaşmaya davet ediyorum.

Yazının Devamı

Marsık ve Ben

Martine Murray yazıyor, Tuğçe Özdeniz de Türkçe’ye çeviriyor Marsık ve Ben kitabını. Can Çocuk Yayınları da basımını üstleniyor. Anlama, anlamlandırma, sevgi, ölüm, yas ve daha bir çok konu bu kitabın içinde karşımıza çıkıyor. Çocuklarla konuşulabilecek şeyleri belki de en iyi onların diyalogları, onların tartışmalarıyla görebiliyoruz ve yazar da bunu yapıyor. Bulunduğu ortamda kendini uyumsuz ve işe yaramaz gören Joey adındaki çocuğun yalnızlığını geçirdiği mekana yeni birisi gelir ve olaylar başlar.

Evinin yakınlarındaki bir tepede hayaller kuran ve vakit geçiren Joey için bu yeni kişi oldukça ilginç ve sıradışıdır. Büyük bir merakla bu yeni arkadaşını tanımaya çalışan Joey farkında olmadan kendisinde de dönüşümün ateşini yakar. Hem kendisi, hem de tanıştığı yeni arkadaşı için sanat devreye girer ve müzikle hayatları değişir.

Yazar bence ölüm konusunu çok büyük bir ustalıkla ele alıyor. Dram oluşturmadan, detayda boğmadan, oldukça yalın bir anlatımı var yazarın. Ayrıca sadece bu da değil, öteki olmak konusuna da değiniyor. Göç ve göçmenlik konuları da bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Yine kökler, kimlik, aidiyet kavramlarını da düşünmeye elverişli bir kitap.

Yazının Devamı

Sevgi Canavarı Serisi

Çocuk kütüphanesinden alıp evimize getirdiğimiz “Sevgi Canavarı” kitabı o kadar iyi geldi ki bana, serinin tamamını sipariş verdik. Hepsi de birbirinden keyifli okumalar sunuyor. Farklı konularda ama aynı ana karakter etrafında şekillenen olaylar oldukça tanıdık. Rachel Bright yazarı ve aynı zamanda çizeri. Ara ara söylediğim gibi bu bir kitabı bir kat daha şanslı kılan şeylerden birisi. Özellikle resimli kitaplarda yazarın sözden sıkılınca görevi resme, resimden sıkılınca da sırasını söze vermesi ve bu geçişlerde hiç kopma olmaması çok büyük bir şans. Elimizdeki seri de o şanslı grupta yer alıyor. Meltem Özdemir aracılığıyla üç tanesi, Ece Yağmur Aydos ve Ezgi İnanç aracılığıyla da bir tanesi Türkçe’ye çevriliyor ve “Binbir Çiçek Kitaplar” tarafından basılımı yapılıyor.

Elimde; Sevgi Canavarı, Sevgi Canavarı ve Gecenin Süprizi, Sevgi Canavarı ve Dev Dalga, Sevgi Canavarı ve Son Çikolata, Sevgi Canavarı ve Mükemmel Hediye kitapları var. Dikkatimi çeken şey öncelikle yazarın çocuğun göz hizasından bakabilmesi ve bunu yaparken de oldukça başarılı olması. Resimler de metinle işbirliğinde ve görev değişimlerinde tüm boşlukları görsel okumaya bırakıyor. Okul öncesi grupta çocuklarla birarada bulunuyorsanız kitabın neden onlar için de ilgi çekici olduğunu gözlemleme şansınız olabilir. Sevilmeyi istemek, karanlıktan veya dalgalardan korkmak, çikolatanın hepsini yemek ile bölüşmek arasında bocalamak, sevdiğine en güzel hediyeyi aramak ve burada bocalamak oldukça tanıdık repliklerle neredeyse hergün karşılaşabileceğiniz şeyler. Yazarın başarısı, tüm bu gündelik telaşları edebiyat ve sanat ile birleştirip usulca hayatımıza getirmesi.

Çocuklar için ilgi çekici olmasının yanında bence yetişkin okurlar için de oldukça önemli konuların altı çiziliyor. Okul öncesi gruba bu kitabı okuyacak olan yetişkinler; benim olduğu gibi farklı çağrışımlarla karşı karşıya kalabilir ve daha güzeli, bunları yanlarındaki minik dinleyicilerle konuşmak için altın anahtarı bulmuş olabilir. Estetik kaygıların eleştirildiği, hediye kültürü ile tüketim alışkanlıklarının masaya yatırıldığı, yanımızdaki minikleri yaşlarına ve büyümelerine paralel ilerleyen korkularıyla mücadele ederlerken nasıl destek olacağımızı da alımlayabiliriz bence büyükler olarak. Ayrıca paylaşmak, empati kurmak gibi kavramlar ile de konuşabileceğiniz kitaplar var seride. Resimli kitapların, daha doğrusu çocuk edebiyatının çocukla iletişim kurmak gibi bir artısı kalıyor ailelere. Konuşmadığımız, bir şekilde konuşamadığımız veya aklımıza gelmeyen ama çocukla konuşulması gereken veya çocuğun konuşmaya ihtiyaç halinde olduğu bir konuyu usulca önümüze bırakıyor. Gerisi dikkatli bir okuyucu ile dinleyiciye kalıyor. Biz ailecek serideki tüm kitapları sevdik. İçinde yanımızdaki dinleyicilerden çokça şey bulduk ve gülerken, eğlenirken, beraber vakit geçirirken aynı zamanda bunu edebiyat ve sanat birleşimi ile yapmanın keyfine vardık. Dilerim tüm okuyanlar varır o keyfe diye de bu yazıyı yazmak istedim.

Yazının Devamı

Pelin’in Dili Masaya Nasıl Yapıştı?

Tudem Yayınları’nın “sen de oku” serisi var ve bunların bir kısmını okumuştuk. Okumayı yeni öğrenen minikler için çoğu eğlenceli olan kitaplar, aynı zamanda izlenesi de bir zaman bırakıyor çizimleriyle. Bugüne konu olan kitabı da Mustafa Kemal Yılmaz yazıyor ve Zeynep Özatalay resimliyor. Kitabın arkasında 6-9 yaş yazıyor ama bence dinleyicinin veya okuyucunun okuma kültürüne göre bu değişebilir. Bizdeki ufaklık 5 yaşında mesela ama sonuna kadar dikkatle dinledi ve ilgiyle takip etti resimlerini. O yüzden yetişkin okursanız eğer; bu kısmı kitabın arkasında yazılana değil de, hayatınızdaki dinleyicilere göre belirlemenizde fayda var. Yayınevi açısından niyetlenilen kendi kendine okumaya geçen kesim sanırım ve bu nedenle bu bilgiyi arka kapakta paylaşıyorlar.

Kitabın ana kahramanı olan Pelin, neşeli, oyunbaz bir kız çocuğu. Okula gitmek için kahvaltı masasına gidiyor ve olanlar oluyor. Masaya dökülen reçeli yalamaya çalışırken dili masaya yapışıyor ve onunla birlikte yeni bir yaşam da Pelin’i bekliyor. Mizah yanı güçlü, fantastik öğeler taşıyan kitabın sonuna doğru olay netleşiyor. Kurgusu güzel, akıcı bir dili olan kitap, resimleriyle de ilgi çekiyor. Açıkçası çizeri tanıyordum da, yazarın kalemini ilk kez okudum. Bu seride Pelin’in bir macerası daha yer alıyor ve galiba onu da alıp okuyacağız. Bence oldukça keyifli bir tarzı var yazarın. Çocuk dünyasına yakın olduğunu da düşünüyorum; çünkü kitap tam da çocuğun göz hizasından yakalıyor okuru. Ben o yaşta değilim de, benim de içimdeki çocuğu yakalıyor demek ki.

Yazarın; kelimelerin gücüne ve dünyasına yakın olduğu çok net. Şiirsel bir anlatımı var ve bu da bizdeki dinleyicilerin nadiren gördüğü bir tarz. O nedenle ilgi çekici bir yanı da var. Mesela;

Yazının Devamı

Uslu Çocuk

Bu yazının yayınlanacağı gün (31 Aralık 2023-Pazar) yeni bir yıla giriyoruz. O kadar fazla şey yaşandı ki, açıkçası neresinden tutsak elimizde kalıyor. Tüm bunlara rağmen; sadece sığınacağımız liman diye çocuk edebiyatından devam etmek ruh sağlığımızı korumak için gerekli gibi. Yetişkin okur olarak, çocuk edebiyatının bana iyi gelen yanlarından birisi de bu. Uslu Çocuk kime yazıldı emin değilim, ya da yazar hedef kitlesini neye göre belirledi? Bununla birlikte en çok yetişkinlere bir şey söyleme isteği var gibi geliyor bana. Resimleri, kurgusu bir yana, çocuktan yana tavrı ile büyüklere ayna tutuyor ve o ayna karşısında yüzlerden düşen maske ile o büyükleri baş başa bırakıp kaçıyor gibi.

Fran Pintadera yazıyor, Gómez resimliyor Uslu Çocuk’u ve Uçan Balık Yayınları da Ayşegül Utku Günaydın’ın çevirisiyle bizimle buluşturuyor. Galiba kültürler değişse de insana dair temel bazı sorunlar değişmiyor. Çocuğunun üzerinden artıya girmek isteyenler, çocuğunu kendisinin bir kopyası gibi görenler, onun çocuk olma hakkını elinden alanlar gibi mesela. Bu kitap kendilerini “kusursuz” sayan öyle bir çiftin etrafında dönüyor. Bay ve Bayan Uysal çifti her konuda “üstün” olma tutkularını çocuklarında da yaşamak istiyorlar. İşin kötü yanı aslında toplumun da kanıksadığı durum bu ve beklenti bu yönde. Oysa, Can adındaki çocukları oldukça sıradan ve doğal bir çocuk. Hareketi, enerjisi bol olan ve hayattan keyif alan, etrafına neşe saçan birisi. Ancak anne ve babası çok fazla uyarıda bulunup onun çocuk olma hakkını elinden alınca Can önce heykele dönüşüyor, sonra da yorumu okurlara bırakılan bir son ile aramızdan ayrılıyor. Herkesin izlediği bu manzarada şaşkın olan sadece yine çocuklar ve onlar durumu anlamlandıramıyorlar.

Kitap çok fazla çağrışım barındırıyor, iyi de buna rağmen neden üzerine yazıyorum diye soracak olursanız; bence yine de iyi bir kitap. Öncelikle yetişkin okurlara daha çok seslendiğini düşünsem de çizimleri, kurgusu ve akışı ile oldukça iyi. Ayrıca detaylar çok güzel yerleştirilmiş. Kuşlar ile başlayan kitap, yine Uslu Çocuk olan Can’ın heykelinin yok olmasıyla aynı boşlukta yine o kuşlardan birinin durmasıyla bitiyor. Dramatik yanı bence ağır, çünkü çocuklar hasta değillerse veya engelleri yoksa hareket onların doğasındadır. Can ise hareketsizliği ile takdir görürken (yetişkinler ve toplum tarafından) oldukça ironik şekilde bize göz kırpıyor kendimize gelmemiz için. Öncelikle anne ve babadan gelen kromozomlar ile oluşsa da çocuklar bizlerin kopyası değil, olmak zorunda da değil, ayrıca iyi ki değiller. Onun sahibi olmadığımız gibi, kendimizin birer nüshasını yetiştirmek gibi de narsist olmadığımızı söylüyor yazar bir diğer yanıyla da. Sadece bunları düşündürmesi bile bence kıymetli. Güç ilişkilerinde galiba en çok da çocuklar zarara uğruyor; işte tam da bu nedenle onları anlamak, dinlemek, sağlıkla ve güvende yaşamalarını sağlamak biz büyüklere bir görev, borç. Oldukça yoğun ve çocuk istismarı anlamında da kötü bir yılı geride bırakırken, özellikle tüm politik liderlerin, yerel yönetimler ve ailelerin çocuk haklarına duyarlı olmalarını ve bu hakların yaşanabilir olması için çabalamalarını diliyorum yeni yıldan. Gerisi bu kitapta emeği geçenlere teşekkür olabilir en fazla bu yazı için…

Yazının Devamı

Ben Kalan Ebeveynim

Normalde bu köşeyi çocuk edebiyatına ayırıyorum ve orada sevdiğim kitaplar üzerine yazmayı tercih ediyorum. Ancak bazen de, beğendiğim ve ebeveyn olarak daha fazla okunmasını, duyulmasını istediğim kitaplar çıkıyor karşıma. Belki; yine, mutlu ebeveyn demenin mutlu çocuk demek olduğu alt bilinciyle yapıyorumdur bunu. İşte bugüne konu olan kitap yazısı biraz da bu niyetle yola çıkıyor. Sola Unitas tarafından basımı yapılan ve Nina Farr tarafından yazılan Ben Kalan Ebeveynim kitabı pek çok açıdan etkiledi beni. Kendi yaşam hikayesinden kendi kaderini yeniden çizen bir kadın yazar var karşımızda. Belki de etkileyici yanı gerçekçiliğinde saklı. Türkçe’ye Nilüfer Şen çeviriyor kitabı ve çoğunluklu olarak kadınların kalan ebeveyn olarak yaşadıkları zorluklara rehber niteliği taşıyor.

“Tek Başına Keyifli Ebeveynlik” diye kapak sayfasında bir not var yazarın adının üzerinde. Çoğunluklu olarak aile içi istismar, şiddet veya aldatma gibi durumlar sonrasında eşinden ayrılarak çocuk büyütme sürecine tek başına devam etmek zorunda kalan kadınları konu alıyor yazar. Bunun yarattığı travmalarla nasıl baş ettiğini anlatırken oldukça cesur itiraflarda bulunuyor. Aynı zamanda bu travmalardan sonra nasıl yeniden hayata eklemlendiğini ve kendi öz varlığının, yapabilirliklerinin farkına vardığını da ekliyor. Bir yerde ayrıldığı partnerine dair yaşayacağı kederi bile kendine çok gören ve bu nedenle yas sürecini yaşayamayanların öfkesini anlatıyor ve o kadar doğru yerden yakalıyor ki okuru. Örneğin aslında yasını tutacağınız şeyin hayalinizi kaybetmek, kurmak istediğiniz ailenin değişime uğraması olduğunu söylüyor mesela. Yani duygularla yüzleşmenin iyileşme denilen sürece katkısını vurguluyor aslında. Kendi duygularıyla yüzleşmeyenlerin de yanlarında büyüyen çocuklardan esirgedikleri olduğunu söylüyor bir başka deyişle. Hem de öyle profesyonel ve yukarıdan bir dil ile değil, tam da yaşadığı gerçeklikten yola çıkarak yapıyor bunu.

Kişinin yas sürecinin evrelerini geçirirken neler yaşayacağı ve bu süreçte yeni normal denilen hayatına nasıl devam edeceğine dair bilgi paylaşımı da diyebiliriz bu kitaba. Üç çocuk annesi yazıyor bu kitabı. Tamamen küllerinden yeniden doğuyor ve bu sancılı doğuşu izliyoruz okur olarak. Nina Farr yaşam koçu oluyor ve araştırmacı kimliği ile üniversitelerden aldığı destek ile farklı projelerde yer alıyor. Kendisine danışanların davranışlarına dair aktardıklarında da aslında tek ebeveyn olmanın zorluklarının kültürden kültüre derecesi değişse de zor bir şey olduğunu gösteriyor. Kitabı okurken ister istemez boşanma konusu ile ilgili yeniden ve çokça çağrışımla devam ettim ve zihnimde yüzlerce örnek çoğaldı. Mesela boşanmak istediği için öldürülen kadınlar geldi aklıma. Boşandığı için ikinci plana itilen, kendisini yeniden yaratmasına yardım edilmeyen kadınlar. Çok trajik ama toplum olarak bunların örneklerinin fazla olduğu bir coğrafyadayız. Tırnak içinde “normal” şekilde boşanmanın lüks sayıldığı kesimler var dünyada maalesef. Her şeyin o “normal” süreçte seyretmesine rağmen zorlayıcı, hırpalayıcı bir sürecin sonunda çocukların en az zararla bu olaydan geçmeleri için anne ve babaların iyileşmeye yatkın olması, yasını tamamlaması gerekiyor. Tam da bu niyetle, bu süreçten geçenlerin özellikle okumasını istediğim bir kitap Ben Kalan Ebeveynim. Yazmasam eksik kalacak ama pek çok evlilik de paravan olarak ayakta ve o evliliğin içinde de anne veya baba; ama çoğunlukla anne tek başına omuzluyor yükü. Dolayısıyla dünyaya getirdiğimiz çocuklarımıza sorumluluğumuz üzerinden kendimizdeki yaraları sarmak ve bu anlamda bizleri (anne veya baba) rol model alan çocuklarımız için elimizden geleni yapmak kendimize de yaptığımız en büyük iyilik olacak diye düşündüm kitap boyunca. Altını çizdiğim yerleri bir word belgesine aktardığımda beş sayfayı geçtiğini farkettim aldığım notların. İşte tam da bu nedenle bu yazıyı yazma gerekliliğini duydum. İdeal olanda elbette mutlu bir aile ortamında anne ve babanın birlikteliğinde çocukları büyütebilmek ve sanırım bilinçaltımız ile kültürel kodlarımız bunlarla dolu; ama bu ideal koşullar oluşmuyorsa da en rasyonel haliyle ve herkesin kendi öz saygısını koruyarak çocukları için en iyisini yapmasına destek olacak bir kaynak olarak paylaşıyorum bu yazıyı.

Yazının Devamı

Bay Ağaç Değişiyor

Mevsimlerin dönüşümü hep ilgimi çekmiştir. Belki de bu nedenle elim gitti çocuk kütüphanesinde duran bu kitaba. Bay Ağaç Değişiyor kitabını Hülya Biyan yazıyor, Kübra Aslan resimliyor. Kedinin gözünden ağaç arkadaşını izleyerek mevsimleri ve döngüselliği aktarıyor yazar, okurlarına. Uçan Fil de basımını üstleniyor kitabın. Oldukça keyifli bir okumaya davet var gibi.

Kediler büyümeyen çocuklar gibidir diyor kedi ile beraber yaşayanlar. Genelde bu cümleyi duyuyorum. Kitaptaki kedi de bu nedenle aslında evdeki ufaklıklara benziyor ve onların ilgisini çekiyor. Kedi hem evde olmanın konforunu yaşıyor, maması önünde, sıcak bir yuva ve kendisini seven insanlar; hem de dışarıya istediği zaman çıkabiliyor. İşte bu sevimli kedi ağacı kendisine arkadaş seçmiş ama ondaki değişimlere verdiği tepkiler çok hoş. Yaprakları sararıp dökülen ağacın yanına gidip kurumuş yapraklarla oynuyor mesela. Sonra kar yağışına verdiği tepki de ilginç ve oldukça tanıdık. Onun heyecanı, merakı ve oyuna olan yatkınlığı oldukça yakın çocuk dünyasına ve dolayısıyla minik dinleyicilere.

Resimli kitaplar sadece çocuklara değil bence büyüklere de iyi geliyor. Mevsimlerin geçişini çocuklarla beraber izlemek insanı rahatlatıyor. Kuruyan, sararan yapraklar rüzgarın eşliğinde toprağa düşerken gelen hüzne aniden sonraki sayfalarda şenlik eşlik ediyor. Kendisini nadasa bırakan doğa uyandığında etrafındaki canlılar da çoğalıyor. Kedi önce yuva yapan kuşları görüyor, sonra sincabı fark ediyor ve sonra da yeşeren yaprakların arasında yuva görünmese de yavruların seslerini duyuyor. Kalabalıklaşan sadece yaprakların çokluğu değil, ağacı kendisine yuva seçen canlılar. Ortalık baharla birlikte şenleniyor. Doğanın değişimini resimlerle izlemek, kedinin gözünden görmek oldukça güzeldi. Biz yetişkinler için sıradan olan şeyler içimizdeki çocuk canlıysa hala heyecan ve merak uyandıran şeyler aynı zamanda. İşte o heyecanı canlı tutmayı da fısıldıyor bir yanıyla kitap. Bu bile oldukça kıymetli bir çaba ve okumak için güzel bir sebep.

Yazının Devamı

Kelebek

Esra Okutan’ın yazdığı ve Zeynep Özatalay’ın resimlediği bir kitap elimizde. Sarıgaga Yayıncılık tarafından basımı yapılan kitap aslında tanıdık bir konu üzerinden kuruluyor. Bir çocuğun kelebek ile olan bağlantısı üzerinden bağlılık ve bağımlılık konusuna yaklaşılıyor. Yazar bunu bilinçli olarak yapmasa da bu tarz kitaplarda bir şeye sahip olma ve dolayısıyla bağımlı kılma isteği ile, onu özgür bırakma ve sahip olmadan da sevme, sevebilme duygusunu alıyorum bu kitaplardan. Elimdekinde de benzer şeyler çağrışım yaptı yetişkin okur olarak bende.

Odasında bulduğu kelebeği çok seven ve onu odasına bir çeşit hapseden küçük bir çocuk bir gün okuldan döndüğünde onu bulamıyor ve üzülüyor. Sonrasında uzun süre o kelebeğin geri döneceğini bekliyor ama isteği yerine gelmiyor. Bir gün yolları yine kesişen ikiliden bu sefer çocuk olgunlaşmış haliyle yorumluyor yeni durumlarını. Kelebeğin özgür oldukça mutlu ve güzel olduğunu kavrıyor. İronik olarak bir aslanın ağzından çıkan kelebek ise süzülerek gidiyor gökyüzüne. Rengarenk kelebeği gören çocuk çok heyecanlanıyor. Gözleri iri iri resmedilen çocuk oldukça sevimli ve tepkileri oldukça yakın çocuk dünyasına.

Çizer ve yazarın resim ve metin dengesini iyi kurmaları ayrı bir tad bırakıyor okur olarak bende. Bence bu kitabı okurken, dünyanın tüm olumsuzluğundan yanınızdaki en minik okurla kısacık bir süre de olsa uzaklaşmak yetişkin okur olarak sizlere de iyi gelecek. İster resimlere benim gibi dönüp dönüp bakın, isterseniz de yanınızdaki minik dinleyicinin sorularına yanıt verin. Çünkü çocuğa kitap okumanın bir keyfi de ondan gelen sorular ve o sorularla sizinle sohbete geçmesi. Aile içi iletişimin belki de en güzel hallerinden biri yani bir başka deyişle. Bu yüzden uyku öncesi, tüm ailenin bir kitap etrafında toplanması, toplanabilmesi bana çok kıymetli ve güzel geliyor.

Yazının Devamı

Kolay Bilim - Nerede ?

Farklı türlerde kitaplar olmasını oldukça önemli ve kıymetli buluyorum. Her çocuğun ilgi alanı farklı ve hepsine hitap edecek tek bir türün olduğunu varsaymak oldukça yanıltıcı olabilir. Dolayısıyla çocuk kitapları alanında çeşitlilik gerekli ve faydalı. Bugüne konu olan kitap işte onlardan birisi. Edebiyatla ilgisi yok, sadece bilim, ilgi, merak ve evrenle ilgili her şeyi anlamaya çalışanlara bir çeşit rehber niteliğinde.

Jo Connor yazıyor, Ray Bryant da resimliyor. Türkçe’ye Sevgi Atlıhan tarafından çevrilen kitap soru sormanın önemi üzerinden minik soru başlıkları ile oluşturulmuş. Dinozorlar nereye gitti sorusu mesela, bizdeki ufaklığı hemen yakalayan bir soru. Kitap 8-11 yaş aralığı için diye yazılmış kapakta ama biz evdeki ufaklıkla bölüm bölüm okuduk. Elbette tek seferde okunacak bir kitap 5 yaş için değil, bu nedenle bölüm bölüm okuduk. İlgi ve merakı besleyecek kitapları önemsiyorum ve çocuğa görelik kavramına da sarılıyorum. Ayrıca her çocuğun okuma, dinleme ve anlama şekilleri farklı olabilir. Sorular ve kısa yanıtlar, görseller ve açıklayıcı kısa bilgiler ile sadece çocukların değil biz yetişkinlerin de ilgiyle izleyeceği bir kitap.

Kullanılmayan bilgi unutulmaya yüz tutabilir ve bu nedenle bilgiyi tazelemek anlamında da çocukla beraber okurken veya çocuğa okurken bizlere de bilgilerimizi tazeleme; gündelik hayatın dışına çıkma şansı tanıyan bir kitap elimizdeki. Bizden önce yaşamış canlılarla ilgili bilgiler ve evrenle ilgili merak edilenlere dair çocuğun göz hizasından hazırlanan sorular ve bölümler ile oldukça yararlı bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Bir de okuma kültürünün yerleşmesi anlamında çocuğun ilgi alanlarına yakın kitapların seçilmesinin önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum. Her çocuğa hitap etmeyebilir ama eğer bu konulara meraklı bir dinleyiciniz varsa hiç kaçırmayın derim. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basımı yapılan kitap belki de geleceğin bilim insanlarını çağırıyordur…

Yazının Devamı

Arkadaşlık Beklemez

Kırmızı Kedi Çocuk tarafından basımı yapılan kitabın yazarı Lucile de Pesloüan ve resimleyeni JacquesGoldstyn. Türkçe’ye çeviren ise Bahar Demirhan. Sanki karikatür ile resimli kitap iç içe geçmiş gibi. İkisinin de tadı var kitapta ve bence oldukça güzel. Ayrıca resimleri çok güzel ve ara ara durup onları izledim. Belli ki resimleyen de metinden keyif almış ve onu istediği gibi süslemiş. Çeşitliliği de biraz bundan bence.

Maximesosyal ilişkileri zayıf ve on yaşında bir çocuktur ve her şeye karşı bir çeşit isyan halindedir. Bu yaş grubundan beklenen haliyle soruları, itirazları fazla ve özel bir çocuk olan kahramanımız kitapları ve kedileri çok seviyor. Hayran olduğu kitap kahramanları var ve kendisine has bir dünyası. Kitapta bu sevimli kahramanımız aracılığıyla ebeveynler ve eğitimciler de eleştiriden geçiyor. Yani yetişkin okur olarak payıma düşeni aldım. Bunu mizahla yaptığı için de oldukça keyifli bir okuma oldu benim için.

Akıcı bir dil ile son sayfaya kadar merakla takip ettim kurguyu. Maximekendini yakın bulduğu yerden bir sohbet arkadaşı buluyor kendisine, yani kedi sever birisi. İşte o yetişkin kedi sever kişiyle gelişen sohbet ve paylaşımlarla beraber Maxime de değişime uğruyor. Kedianası dediği bu kadının “Kalbini aç Maxime, korkma. Sakın benim yaptığımı yapma. İnsanlarla kaynaş. Arkadaşlık beklemez” sözleri kahramanımızı harekete geçiriyor ve hayatına arkadaşı Mounia giriyor. Matilda hayranı olan arkadaşların sohbeti buradan başlayıp derinleşiyor. Kedianasının diğer yetişkinlerden farklı olarak Maxime’yi bölmeden, eleştirmeden, olduğu ve kendini ifade ettiği haliyle dinlemesi, onu diğer yetişkinlerden farklı kılıp çocuğun da anlaşıldığını hissetmesini sağlıyor. Yazar ve çizer bence pek çok açıdan oldukça donanımlı. İnce ince işleniyor konular. Örnekler, cümleler ve çizimler oldukça etkileyici.Kedianasının kendi çocukluğundan bahsederken cinsiyet ayrımcılığı yapıldığına dair verdiği örnek için de pek çok “ah” geçti içimden ama bu yazı bunların yeri değil. Yine de bazı kitapların, bazı yazar ve çizerlerin varlığı iyi geliyor insana, bu kitap da onlardan birisi.

Yazının Devamı

Çok Çok Harika Bir Okul

Sharon Creech yazıyor, Harry Bliss resimliyor ve ortaya bence şahane bir kitap çıkıyor. Bilgi Yayınevi tarafından basımı yapılan kitabı Türkçe’ye Özge İpek Esen çeviriyor. İçten, yalın ve mizah dolu bir kitap elimdeki. Anlatımının yanında resimleri de çok iyi ve izlenesi. Ara ara durup resimlerine daldığım oldu ve yanımdaki minik dinleyicinin uyarısı ile yazıya döndüm.

Bazı insanlar bir şeyi çok doğru yaptıklarını zannederler ve hayatları sadece o yaptıkları şey veya iş olur. Başka türlü düşünme, görme ve anlama yolları kapalıdır böylelerinin. İş hayatında böylesi insanları tanımışlığım oldu. Kötü değil asla, sadece işinin içinde kaybolup hayatı başka tarafından düşünemeyenler. Kitaptaki okul müdürü de onlardan birisi. Kendince okulunun ve verdiği eğitimin çok ama çok iyi olduğunu düşünüyor. Düşüncesinin doğruluğundan o kadar emin ki ve hayatında okulu olan iş yeri mekanından başka bir şeyi olmadığı gerçeğini göremiyor. Görmediği gibi kendi doğrusunu başkalarına da dayatıyor. Kendisine itiraz edemeyenlerin de durumdan aslında memnun olduklarını düşünüyor. Önce okulda öğrencilerin ve öğretmenlerin geçirdikleri süreyi arttırıyor, sonra tatillerini alıyor ellerinden ve en son hergün onları okula gelme zorunluluğunda bırakıyor. Tüm bunlar olurken de hala kendi doğruluğundan zerre şüphe duymuyor. Ama şükür ki Tillie, kardeşi ve köpeği var da bu kabus bir yerde son buluyor.

Yeni bir eğitim öğretim dönemine girerken tam yerinde bir kitap olmuş elimdeki. Hayatın sadece okul, sadece iş olmadığını çocuk edebiyatının büyülü dünyası ile gösteriyor bize yazar ve çizer. Ağaca çıkmak, oyun oynamak, aile bireyleriyle ve sevdiklerimizle vakit geçirmek, işimiz veya okulumuz dışında da akan bir hayatın varlığından haberdar olmak bu kitapla mümkün. Biz okurlara bu mümkünlüğü gösterdiği için bile teşekkürü hak ediyor bence emeği geçenler. Ayrıca mizahı dozunda kullanan ve resimli kitap olarak bize iyi bir örnek sunan Çok Çok Harika Bir Okul, satır aralarına da çok şey sığdırıyor. Yetişkin okur olarak kendi adıma her şeyin fazlası zarardır sözünü bu kitapta gördüm diyebilirim. Bence eğitimciler, veliler ve öğrenciler için de keyifli bir okuma olacak.

Yazının Devamı