Kanatlı Kediler Masalı
Bu haftaki yazıya konu olan Kanatlı Kediler Masalı dört kitaptan oluşan bir seri. Serinin ilk iki kitabını okuyarak yazıyorum bu satırları. Yazarken de aklıma şu geldi, dünyanın başka bir coğrafyasında birisi bir yazı/kitap/şiir/masal kaleme alıyor ve ortaya çıkan ürün bambaşka çağrışımlarla başka başka coğrafya ve kişilerde alımlanıyor. Diğer tüm yazılarda olduğu gibi bunda da kitabın bende çağrıştırdıkları ve kitaba dair konuşabilmek de ayrıca güzel. Hele de mesele çocuk kitaplarından açılıyorsa/açıyorsak.
Ursula K.Le Guin ismi bilinen bir isim ve ben onun çocuk kitaplarını ilk kez okuyorum. Dolu dolu bir kadından çocuk kitabı okurken de farklı pek çok şey geçti zihnimden. Sadece kanatları olan kedileri ve onların ilginç yaşamlarını değil kentten kaçmalarına dair eleştirel okumalar da açılıyor hemen zihnimde.
Sonra mesela kentin içindeki değişimlerde aklıma hemen kentsel dönüşüm geliyor.
Binaların yıkılması esnasında ortaya çıkan korkuyla birbirine sığınan küçük kanatlı kediciklerde elimde olmadan tehlike anında çocukların yaşadığı korkulara gidiyor aklım. Evet yazı elbette kitap etrafında dolaşacak ama bir yanıyla da okuyan olarak bizdeki çağrışımlarıyla da çoğalacak.
S. D. Schindler tarafından çizimleri yapılan ve Günışığı Kitaplığı tarafından basılan kitap Naz Beykan tarafından Türkçe’ye çevrilmiş. Bazen çevirmenlere özeniyorum elimde olmadan. Düşünsenize istediğiniz dilden beğendiğiniz bir kitabı çevirdiğinizi. Çevirirken ilk okuyan ve bazen kitabı tekrar yazan da deniliyor ya, işte tam da o, tadına ilk bakan oluyor o çevirmen.
Elbette isteğe bağlı ve maddi sorunu olmadığında hayal ediyorum o çevirmeni. Sözcükler arasında gezerken ne çok şey katıyor kendine mesela. Sözcükleri anlamlı bir cümle haline getirirken yazarı hepimizden çok o tanıyor mesela. Ruhunu hissediyor olmalı ki, öylece aktarıyor onu kendi diline. Yani çevirmen arkadaşlar ne düşünür bilmiyorum ama ilmek ilmek bir örgüyü söküp yeniden dikmek gibi geliyor bana bu iş. Yoğun sabır ve emek gerektiren bu işin bir ucundan tutan herkese saygı duyuyorum.
Gelelim kitabımıza; anne kedi Emma Tekir’in dört tane kanatlı yavrusu var ve isimleri Telma, Robin, Ceymi ve Hena. Çocuklarının kendi başlarının çaresine bakana kadar yardımlarına koşan hemen her anne gibi, Emma Tekir de çocuklarına yardımcı oluyor. Kentte ve üstelik normalin dışında, yani kanatları olan dört yavruya bakmak pek kolay olmuyor elbette. Kentin içindeki kaostan bahsediliyor ince ince kitapta ve en çok da yavrulardan birinin sözlerinde duyuyoruz bunu. Anne kedi çocukların yeterince büyüdüğünü ve kentin onların yaşamaları için güvenli olmadığını gördüğü anda kararını veriyor. Bu karar gereği de kediler artık kendilerine güvenli bir yer bulacak ve başlarının çaresine bakacaklar. Böylelikle yola çıkıyor dört yavru kedi.
Kentten epeyce uzaklaştıklarında ve uçmaktan yorulduklarında bir zemine konuyorlar.
O zeminin tarifi; “Yavruların bildiği tek zemin kaldırım, asfalt ya da çimentoydu. Oysa bu zemin onlar için çok yeniydi-toz toprak, kuru yapraklar, otlar, kuru dallar, mantarlar, solucanlar. Çok da ilginç kokuyordu. Yakında küçük bir dere akıyordu. Onun şırıltısını duyunca, çok susamış oldukları için su içmeye koştular.” Derede susuzluğunu gideren yavrular suyun içindeki balıkları ilk kez görüyorlar. Hayal edebiliyor musunuz daha önce suda balık görmemiş kedileri?
Ursula K. Le Guin kentin içine hapsolmuş ve doğayı bilmekten öte deneyimleyemeyen çocuklarımızı mı konu aldı acaba? Hani mesela şu yüksek yüksek ve geniş güvenlik önlemlerinin alındığı sitelere hapsettiğimiz çocuklarımızı. Hani toprağa dokunmamış, çamurla oynamamış, çiçek toplamamış, kurbağaları derede görmemiş çocuklarımız. Hani ağacın dallarında oturup da meyvesini koparıp üzerine silerek yememiş çocuklarımızı. Etrafındaki bir karış toprak kalmamış ve arabalar arasında yönünü kaybetmiş çocuklarımızı mı düşündü acaba yazar? Ya da onlara bu eleştirdiğimiz yaşamı sunmak için gece gündüz çalışan ve kendi yaşamından vazgeçen büyüklerini mi düşündü acaba yazar? Bilemiyorum ama ne yalan söyleyeyim kentten uzaklaşan dört kanatlı kedide kendi çocuklarımız adına sevindim bir parça.
Eskilerin bir sözü vardır ve sıkça kullanılır. İnsandan en iyiyi de bekle, en kötüyü de. Evet aynen öyle ve bu dört kedi yavrusu kentte insanlardan kaçarken bu kez şans onlardan yana oluyor ve iki hayvan canlısı kardeşe denk geliyorlar. Suzan ve Henri kedilerin kendilerine güven duymalarını sağlayacak her şeyi yapıyorlar. Vaktinden önce onlara yaklaşmıyorlar ve onların güven almalarını sağlayacak zamanı tanıyorlar kedilere. Etrafımızda çoğu zaman konuştuğumuz gibi kediler de çocuklara çok benzer davranışlar gösteriyorlar. İstemedikleri bir şeyi onlara kolay kolay yaptıramıyorsunuz ve eğer sizi seviyorlarsa bunu belli ediyorlar. İşte bu seriye konu olan kediler de öyle. Kendilerini seven, ilgi gösteren ve besleyen çocukların duygularına karşılık veriyorlar. İnsandan kaçarken onlara güvenmeyi de öğreniyorlar. Elbette tüm insanlara değil. Zaten çocuklar da olabileceklerin farkındalar ve kendi aralarında söz veriyorlar birbirlerine. Kanatlı kedileri gördüklerini ve beslediklerini kimseye söylemeyecekler, çünkü bu onları tehlikeye atmak olabilir ve insanlar onlara zarar verebilir.
Dört yavru kediyi düşünürken bir yandan da evlerini istemeyerek terk etmek zorunda kalan çocuklar geliyor aklıma. Savaş ve doğal afetler gibi sebeplerle evleri başlarına yıkılan ve sevdiklerinden, anne-babalarından uzakta yaşama tutunmak isteyen çocuklar mesela.
Nedir ki çocukların suçları? Büyüklerin kaybolan çocukluklarının altında kalıyorlar ve kendilerine ait olmayan bir faturanın hesabını ödüyorlar maalesef. Mülteci çocuklar; sizler de keşke kanatlanıp uçabilseydiniz yavru kediler gibi de tehlikelerden bir parça daha uzak kalabilseydiniz…
İlk kitabın sonunda hemen ve merakla ikinci kitaba geçiyorum ve orda da annelerini özleyen kedilerin “Yuvaya Dönüş” maceralarına tanık oluyorum. Dönüyorlar ama beslendikleri çöp tenekesi yerinde değil, sokakları değişmiş ve tanıyamıyorlar doğup büyüdükleri yerleri. Üstelik bir bina yıkım aşamasındayken ve onun korkunç sesleri eşliğinde binada mahsur kalmış siyah bir yavru kediye denk geliyorlar. Bu kedi de kanatlı ve sizlerin de şimdi tahmin ettiğiniz üzre bu da onların yeni kardeşleri.
Annesinden ayrı ve tehlikeyle karşı karşıya olan bu siyah kanatlı yavru kedi savunma refleksiyle hırçınlaşıyor önceleri.
Hena ve Ceymi yavrunun yeni kardeşleri olduğunu anlıyor ve kendi aralarında anneleri hakkında konuşurken şu sözleri sarfediyorlar: “Anne asla bir yavruyu, gerektiğinden bir dakika bile daha uzun süre yalnız bırakmaz. Biz küçükkeni her zaman bize geri dönerdi.” Sahiden anneler gerekmedikçe çocuklarından ayrı kalmazlar değil mi? Hele de çocuklarının kendilerine ihtiyaç duyduğunu bildiklerinde. İşte tam da bu yüzden anneleri evlat acısına, evlatları anne-baba acısına bırakan tüm çabaların sonsuza dek sonlanmasını umuyorum. Bir çocuğun en güven duyduğu yerdir çünkü oralar. Hangi canlı olursa olsun anne-baba ilgi ve sevgisi onların sağlıklı ve mutlu bireyler olmaları için vazgeçilmez olandır. İşte tam da bu yüzden bir annenin-babanın yokluğu kapanmayan bir yaradır çocuklara. Aynı şekilde, yaşı ne olursa olsun bir evladın kaybı anne-babasına yaradır. Yaraların artmak yerine kapandığı ve kabuk bağladığı yarınlarımız olur umarım. Tamam farkındayım yine kitaptan uzaklaştım ve hemen dönüyorum oraya.
Küçük siyah kediye yardım eden Hena ve Ceymi sonunda annelerini buluyor ve onunla hasret gideriyor. Anneleri de büyük tehlikeler sonrasında kendisine uzanan şefkat eli ile hayata tutunduğu macerasını anlatıyor yavrularına. Sonra da kentte yaşamanın siyah yavru kedi için de artık daha fazla zorlaştığını söyleyerek, onu yanlarına almalarını tembihliyor çocuklarına. Böylelikle yavru siyah kedi de kentten kurtulup, yeni yaşamına katılıyor abi ve ablalarıyla.
Sanırım kısa sürede diğer iki kitabı da alıp seriyi tamamlayacağım. Buraya sığmayacak çağrışımları yaşattığı için, kentin içinde can çekişen yaşamlar kadar binalara hapsolmuş veya evleri başlarına yıkılmış savaş mağduru tüm çocuklar için teşekkürler yazara ve kitabın bizlere ulaşmasını sağlayan herkese. Evlat acısı yaşayan tüm anneler başta olmak üzere toplumsal olarak ruhlarımıza işlenen yaraların kitaptaki yavru kedilere sahip çıkan Henri ve Suzan gibi insanların çoğalmasıyla bir nebze kabuk bağlamasını umuyorum bir de. Sonra, daha doğrusu son olarak, ölümün değil yaşamın kutsandığı bir yaşam düşlüyorum, en çok da tüm yavru canlılar ve onlara olan mecburiyetimiz üzerinden.