Onlar farkında değiller ama…
Bütün bir hafta yazmak için istek duysam da elim klavyeye uzanmadı.
Ülke gündemi dalgalı deniz misali çalkalanmaya devam etti.
Herkes bir şeyler söyleyip yazdı.
Sosyal medyada gündem olan isimler hızlıca başka bir isimle yer değiştirdi.
Siyaset sokakta, kafede, dijitalde birinciliği kimseye kaptırmadı.
Her güne birden fazla olay düşünce konuşacak konularda da kıtlık yaşanmadı.
Ülkemiz bu konuda bolluk içinde.
Ne sıkılmaya vaktimiz kalıyor ne de başka bir şey düşünmeye.
Olaylı ve inişli çıkışlı bir grafiğe sahibiz.
Hal böyle olunca yazacak ya da eleştirecek şeyler de bitmiyor.
Ancak her gününü siyasetle şekillendiren ya da vaktini buna vakfeden biri değilim.
Eğer yazarak bir şeylere katkıda bulunabiliyorsam bu benim için değerlidir.
Kendimi gerçeklerden izole ederek değil ama süregelen problemlerin hayatımı zehirlemesine de izin vermeden yaşamayı tercih ediyorum.
Bunun sağlıklı bir davranış olduğuna inanıyorum.
Her an protesto, her an yüksek seyirli cümleler kalbin de zihnin de dostu değil.
En iyi fikirlere sakinlik anlarında kavuşuyorum.
Bedenim ve zihnim senkronize olduğunda karanlıkta kalan taraflar aydınlanıyor; kıtlaşan şefkatim bollaşıyor.
Yani kalp alanındaki bu genişleme evrene de titreşimlerini yaymaya başlıyor.
İnsanlar tarafından fark ediliyor; görülüyor.
Her an hareket halinde olmak, durmadan bir oraya bir buraya koşuşturmak beden ve zihin için yorucu.
Her şeye yetişmek ya da uzanmaya çalışmak pek anlamlı değil ama ne olursa olsun kendimize iyi gelen şeylerden bir alan oluşturabiliriz.
Özellikle bizim gibi gündemi hareketli bir ülkede, ülke insanının buna ihtiyacı var.
Hayat akışımıza sakinlik getirecek ve gerginliği yumuşatacak rutinlerimizin olmasını elzem görüyorum.
Düzenli yapıldığında alışkanlığa dönüşen bu rutinler zamanla hayatın kendisi oluyor.
Yani egzersiz yapmak ya da bir şeyler okumak için boş vakit olması inancı zamanla çürüyor; hayatın kendisi bunlardan oluşmaya başlıyor.
Böylece olaylar alıp başını gittiğinde bile dinginleşebileceğimiz kaleler inşa etmiş oluyoruz.
Havanın soğuk ya da sıcak olmasına pek bakmadan her hafta sonu sabah yürüyüşümü yapıyorum.
Son zamanlarda güneşin kendini tatlı tatlı göstermesiyle bu yürüyüşlere bisiklet sürme aktivitesi de eşlik etmeye başladı.
Orada karşılaştığım insanlar genelde aynı yüzler oluyor.
Koşanlar, yürüyüş yapanlar, paten sürenler, bisikletiyle geçip gidenler…
Hiçbiriyle birbirimizi tanımıyoruz.
Ve fakat birbirimize aşinayız; selamlaşıyoruz.
Bir uçtan bir uca giderken hepsiyle karşılaşıyorum.
Aralarında favori çiftlerim de var.
Onlar farkında değiller ama bir hafta sonu görmezsem tuhaf şekilde gözüm arıyor.
Kimse birbirini tanımıyor, oysa herkes birbirine ne kadar da bağlı.
Çünkü evren ‘bir olma’ enerjisiyle titreşiyor; ayrıştırmayla değil.
Herkesin bana benzediği bir yaşamı tercih etmezdim.
Papağan gibi beni onaylayan, her yaptığımı destekleyen…
Hayata, olaylara farklı perspektiflerden bakan insanlarla yan yana olmak bir zenginlik.
Kişinin kendine ayna tutabilmesinin de en kolay yolu.
“Bak böyle de yapabilirsin” diyen birilerinin varlığı ise anlamlı.
Aksi durumda insan kendini tekrar eder durur.
Hoşumuza gitmeyen her fikri zincirlemeye, zapturapt altına almaya çalışırsak akışa ters yüzmüş oluruz.
Değerli olan tüm farklılıklarımıza rağmen birlikte yol alabilmek değil midir?
Sistemin böyle çalışmadığını geçmişten öğrenmiş olmamız gerekiyordu ama belli ki ‘bir olma’yı ‘tek ses’ olarak algılamak ve sürdürmek isteyenler var.
Hiçbir şeyin kalıcı olmadığını bir önceki yazımda da ifade etmiştim.
Önemli olan tüm bu dalgalanmalar, sıkışmalar ve değişimler arasında sen nerede duruyorsun?
Birlikte seyahat ettiğimiz bu gemide dengeni nasıl sağlıyorsun?
Ayrıştırmaktan mı besleniyorsun yoksa bir olmaktan mı?
Umarım sert rüzgârlar karşısında esneyebilir; baharı hakkıyla kucaklayabiliriz.
Anlayışla kal…