Ölüm, mahremiyet ve yas üstüne

Esra Aydın

Esra Aydın

Tüm Yazıları

Latin ağıt şairi Propertius, “Boşuna bilmek istiyorsunuz, ölümlüler ölüm saatinizin ne zaman ne yoldan geleceğini” der ve haklıdır da.

Yaşamın diğer ucu olan ölüm, üstüne düşünmekten pek de hoşlandığımız konulardan değil.

Kazalar, beklenmedik hastalıklar, ani gelişen kayıplar başkalarının başına gelir ve biz onları ya duyar ya da izleriz.

Gerçekleşecek tüm kötü ihtimaller, değil kapımızdan sokağımızdan bile geçemez.

İnsan denilen varlık akıl ve ruh sağlığını koruyabilmek, yarınlara daha umutlu uyanabilmek için üzerine düşünmek istemez.

“Kapatalım canım bu bahsi, daha keyifli şeylerden söz edelim” derken, hayatın akışına ve hayata dair büyük bir gerçeğe çelme taktığını zanneder.

Ne kadar az konuşulursa, sanki o kadar gecikebilirmiş gibi…

Yeryüzünde belki de herkesin yaşayıp tecrübesini aktaramadığı tek konu olabilir ölmek eylemi.

Nasıl olacağını, ne yaşayıp hissedeceğini bilmediğin ölmek; geldiği an öğretir insana ölmeyi.

Doğum gibi ölümü de böylece tecrübe etmiş oluruz.

Ölüme hazırlanmak, ölüm düşüncesini ara sıra da olsa kurcalamak; nihai sonu kollarımızı açarak kucaklamamızı sağlar mı ya da böyle bir şeye gerek var mı bilmek zor.

Diğer yandan, aklımı kurcalayan şeyse ölüm sonrası mahremiyet konusu.

Konuyla ilgili yazılı bir şeyler var mı bilmiyorum.

Yaşamı noktalanan kişinin evine, odasına, mutfak rafına ilişmek ve sanki artık hükmü yokmuşçasına mahrem alanına girip konuşacak malzeme toparlamak insanların hakkıymış gibi.

Biri ölüyor; tüm sınırlar kalkıyor, geriye çeşitli argümanlar kalıyor.

Her şey artık konuşulabilir, dökülebilir ve en özel anlar ortalığa saçılabilir duygusu alana hâkim oluyor.

Yas sürecinin başladığı yerde, mahremiyet ihlali de başlıyor.

Söz konusu kişi ya da kişilerin ardından acılı aileye destek olunurken, çeşitli detaylara ulaşılmaya da çalışılıyor.

Keşke bu merak duygusu, yaşamın diğer alanlarında da bu kadar aktif olabilse diye düşünmüyor değilim.

Cenaze evlerindeki insanları izlemek, konuşulanları dinlemek ve tüm o hengamenin arasında kalan acılı insanların çaresizliğine şahitlik etmek; ölüm, yas ve mahremiyet süreçleri hakkında çok bilgi veriyor.

Yas insan için bir eşiktir; içindeki yoğun acı ve keder bilgeleşme yolunda açık bir davettir.

Tutulmayan yas, bastırılan duygular ortadan öylece kaybolup gitmez.

Sadece en dipteki bodruma saklanır, sesi kısılır; yüzeye yeniden davet edilene dek orada varlığını sürdürür.

Geleneksel olarak paylaştığımız yas süreci, insanın şifalanmasını kalbin diliyle sağlar.

Sevdiğimiz her şeyi bir gün kaybedeceğimiz gerçeği söz konusuyken, bunu paylaşacağımız sevgi topluluklarının içinde bulunmaksa insanın bir sonraki adıma geçişini kolaylaştırır.

Kimsenin ölümden muaf olması gibi bir durum söz konusu olamayacağına göre belki de es geçtiğimiz, önemsemediğimiz ölüm ve sonrası için biraz daha farkındalık sahibi olabiliriz. Bu çerçevede;

Yas nedir?

Yas tutana nasıl destek olunmaz?

Kişi, öldüğünde mahremiyeti son bulur mu? soruları üstüne düşünülebilir.

Hassasiyet gerektiren bu konular, aynı zamanda incelik ve empati taşlarıyla da döşeli bir yola sahiptir.

Attığımız adımlar, sergilediğimiz tavırlar ve şüphesiz kurduğumuz teselli cümleleri gerçekten yas sürecine destek mi oluyor yoksa içimizden doğan başka yaşamları orantısızca kurcalama merakına hizmet mi ediyor kendimize sorabilmeli ve dürüstçe cevap verebilmeliyiz.

Clarissa P. Estes’in çok sevdiğim şiirinden kısa bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

Nenen, deden Anan, baban öldüler
hep bir boşluk bırakarak yaşamında
O boşluktan içeri adım at, o bir açılıştır
O boşluk bir eşik, o boşluk bir kapı

Abre la puerta, aç kapıyı
Abre la puerta, aç kapıyı
Abre la puerta, aç kapıyı