Benim Adım Hiç Kimse
Frank Cottrell Boyce öyle bir kitap yazıyor ki; etkisi uzun süre üzerinizde kalıyor. Mültecilik konusunu kardeşlik ilişkisi üzerinden, dramatize etmeden, ajitasyona başvurmadan, yalın ama vurucu bir şekilde anlatan yazar bizi ters köşeye yatırıyor. Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan ve Arif Cem Ünver tarafından Türkçe’ye çevrilen kitabı gördüğümde içimden “Ben bu kapak resmini nereden anımsıyorum?” deyip durdum. Sonra anımsadım, bizim kızlar; Güzin Öztürk, Züleyha Ersingün, Dilge Güney ve Özge Bahar Sunar bir süredir çocuk edebiyatı üzerine konuşuyorlar ve o konuşmaya isteyenleri de dinleyici olarak dahil ediyorlar. Çocuklar, Kitaplar ve Ejderhalar adını verdiklerini podcast serisinde birbirinden farklı konularda sohbet ediyorlar kendi mağaralarında. İşte o mağara konuşmalarını dinlediğim bir yayında adı geçmişti kitabın. Sonrasında sormuş ve kitabı internetten aratmıştım. Ama o an almamışım, kaldı öyle ve sonra bir kitapçıda görünce eski bir dostu görmüş gibi hissedip yanaştım hemen yanına.
15 Aralık 2024 tarihinde okumuşum kitabı ama masada dururken ne zaman gözüm kaysa; içimden o iki mülteci çocuğa sarılasım geliyor. Koca koca büyüklerin yaptıklarının bedelini ödeyen her çocuğa olduğu gibi. Bizlerin cehenneme çevirdiği dünyada yaşama tutunmaya çalışan her çocuk gibi. Kendi yurtlarından ayrılmak zorunda kalmaları, aslında doğuştan edindikleri tüm haklardan mahrum bırakıldıkları bir yana, aslında vicdanı olan hepimize acı olarak yer ediyor her bir hikaye bedenlerimizde, belleğimizde. Buna yurtiçi ve yurtdışı demiyorum, çünkü çocuk olmanın ortak vatanı insanlık ve işte oradan yara alıyoruz sürekli. Bizler nasıl unutmuyorsak; o minik bedenler, kalpler de unutmuyor kendilerine yapılanları. Bakışları, duruşları, tüm hal ve hareketleri, şiddeti ve kötülüğü de. Kendini onarabilen onarıyor, onaramayan da kendilerinde veya başkalarında yara bırakmaya başlıyor maalesef. Yani biz aslında çocuklarımıza kötü bir hayat sunarken geleceğe de bunu miras bırakıyoruz.
Kitabın edebi dili çok güzel, oldukça akıcı ve merakı canlı tutan bir anlatımı var. Çocuk dünyası, hayal gücü, masumiyet ve savunma halleri oldukça gerçekçi ve çocuğa göre kurgulanmış. Oldukça yaratıcı bir kurgusu var aynı zamanda. O fotoğrafların ayrı mekanlarda çekilip kendi yurtlarından görüntülenmiş gibi gösterilmesi çok fazla metaforik öğe taşıyor bence. İnce bir zeka ve müthiş bir hayal gücü var her sayfada. Çocukların zor zamanlarda sırtlandıkları yüklerde abi olmanın, abla olmanın ağırlığı da var elbette. Keşke onlar sadece “kardeş” ortak paydasında olayın keyifli anlarını yaşayabilseler ama maalesef yaşam ayrı yerlerden sınıyor her birimizi. Kitaptaki abi karakteri de kardeşine siper ediyor kendini her zaman. Küçük kardeş ise abisinin kanatları altında kendini güvende hissediyor ve rahatlıyor. Sınır dışı edilme endişeleri, buna dair kendilerini korumaya alma telaşları ve girdikleri yeni ortama uyum sağlama telaşları oldukça etkileyici.
Kitap ağır ve zor bir konuyu ustalıkla işliyor, yer yer gülüyoruz diyaloglara, yer yer de acı bir tad kalıyor ağzımızda. Sonrasında da simgeler kalıyor okura ve bir mont üzerinden gelen merak ile yeniden geçmişe yolculuk. Yazar aslında bir gerçek olaydan etkileniyor ve Moğolistanlı bir çocuğun bir gece yarısı polisler tarafından alınıp sınır dışı edilmesini öğreniyor. Sonra da edebi yönü devreye giriyor ve ortaya bu kitap çıkıyor. Kitaptaki fotoğraflar da çok güzel, etkileyici. Kitap sıradışı bir dile sahip ve bu da sürükleyici olmasında etkili. Kısacası bence harika bir kitap ve isterim ki ejderha kadınlardan bana geldiği gibi, benden de bu yazı aracılığıyla başka okurlarla buluşsun.