İnsan yontumu
İnsan farkında olmadığı, bilmediği ve hissetmediği şeyleri kabul edemiyor.
Kabul edebilmek için ortada bir iz, bir durum olması gerekiyor.
Varlığından haberdar olmadığımız konular hakkında ne durum tespiti yapabiliyor ne de onlar üzerinde çalışma fırsatı yaratabiliyoruz.
Gözler kör, kulaklar da sağır olunca nasıl geldiyse birey, öyle gitmeye devam ediyor.
Kişinin kendine yabancı olması, yaşadığı sorunların kaynağına inmesini güçleştiriyor.
Bu durum ikili ilişkilerde kendini çok net gösteriyor.
Özellikle evlilik, insanların birbirine aynalama yapacağı, gölge yanlarını ortaya çıkaracağı bir bağ şekli.
Öfke, sessizlik, korku, değersizlik, kızgınlık vs.
Kendini böylesi ilişkilerde ortaya çıkarıyor.
Eğer bu ortaya çıkışlar karşı tarafı suçlayıcı, baskılayıcı bir hale bürünmezse kendimize dair farklı odaları keşfetme imkânı bulabiliyoruz.
Bu keşifle birlikte kabulleniş dediğimiz durum da kolaylaşıyor.
Kişinin içinden çıkan öfke ona bir şeyler anlatıyor.
Kızgınlığı ya da korkusu var olan bir sorunun varlığına işaret ediyor.
Orada dile gelmeyi bekleyen ancak uzun süredir baskılanan bir nokta, belirli aralıklarla “ben buradayım, gör beni” diyor.
Bir anda parlayan, ortada hiçbir şey yokken öfke krizi geçiren insanlar, olayın üzerinden bir zaman geçince gereksiz tepki verdiklerini söylerler.
Çünkü genelde hedef yanlıştır.
Bastırılan, görülmeyen, ötelenen duygular ufacık bir tetiklenmede içeriden dışarıya taşmaya bahane ararlar.
İnsanın kendine doğru attığı her adım, tüm duyguların bir ihtiyaçtan ötürü ortaya çıktığını anlamasını sağlar.
“Şu an neden öfkeliyim?”
“Niçin bu kadar kızgınım?” sorularını sormak ise önemlidir.
Kapıyı düzenli aralıklarla çalışımız, cevabın gelmesine zemin hazırlar.
İçimizdeki çocukların ve özellikle sesi kısılan çocukların küçük oyunlarına geliriz.
Bu oyunlar uzun süre ciddiye alınmadığında da kabulleniş denilen o noktadan daha da uzaklaşmaya başlarız.
Kabulleniş ya da kabullenmek neden önemlidir?
İnsan kabul etmediği şeyi değiştirmeye çalışmaz.
Yaşamındaki sorunların müsebbibi başkalarıdır, ekonomik sorunlardır, yoldaki ağaçtır, gülen çocuktur.
Ve reddediş, yaşamın sorumluluğunu almama doğal olarak “haklı olma”yı doğurur.
Gün geçtikçe gösterdiği direnç artar, gerildikçe gerilen bir tel gibi her an patlamaya hazır hale gelir.
İnsanın göstermekten imtina ettiği tüm karanlık yanlar, kişinin gündelik hayat gerçeği oluverir.
Aslında “iyi bir insan” diyerek başladığımız her cümle sağlıksızdır.
İyi insan olmak gösterilen, eylenen bir durumdur.
“Beni olduğum gibi kabul edin” cümlesi kadar dayatmacıdır.
İlerlemeyen, olduğu yerde sayan, kendini törpülemeyi zorlayıcı bulduğu için başkalarının kendisini sürekli alttan almasını ve idare etmesini bekleyen kişi, bencilliğin en alt sürümüdür.
Yaşamlarımızın mimarı olmak zorundayız.
İçeriden ve dışarıdan kapımızı süpürmeyi, ayrık otlarını sökmeyi kendimize aşılamalıyız.
İnsan her an inşa halinde olan bir varlık, gelişimi ise ömürlük.
Bir heykeltıraş gibi ince ince kendimizi zımparalamalı, ayrıntılara inmeli ve zarafetimizi ortaya çıkarmaya gönüllü olabilmeliyiz.
Kimse kolay ve kısa yolunu bilmiyor. Zira öyle bir yol yok.
Zahmetli, dönemeçli, zorlayıcı ancak verdiğin emeğin hiçbir zerresi boşa gitmiyor.
İnsan yontumu ölene dek devam eden çıraklık ve ustalık eserimiz.
Kendi kendini oymak, elini üstünden çekmemeyi gerektiriyor.
Oydukça ağırlık yapan fazlalıklar yani aslında bize ait olmayanlar bizden uzaklaşıyor.
“Ben” sandığımız ve fakat ben olmayan nice yanılgıyla vedalaşıyoruz.
Hafiflik getiren bu vedalar, bırakışı da beraberinde getiriyor.
Sıkmaktan avuçlarımızı acıtan ipler gevşedikçe, beden de gevşiyor.
Yaşamımızdaki alanlar genişliyor, nefes almak en doğal haliyle gerçekleşiyor.
Değişim kendini ve olanı kabul etmekle başlıyor; cesaretle adım atıyor, yontumla şekil alıyor.
Bir yerde şikâyet var ancak değişim yoksa orada değiştirilmek istenen bir şey de yoktur zaten…