İnsanca pek insanca
Babam ilk çocukluk döneminden üniversite başlangıcına kadar toplumsal hayatla ilgili birçok konuda bizi yönlendirdi.
Sosyal yaşam ve özgürlükler konusunda oldukça titiz bir yapıya sahip olduğu için doğru olduğuna inandığı konularda çocuklarına da uyarılar da bulundu ki, bu uyarılar ve yaptırımlar zaman zaman askeri disiplin içerisinde gerçekleşti.
Şakacı, esprili yanlarının yanı sıra sınırların asla geçilemeyeceği, kırmızı çizgi dediğimiz bir hattı vardı.
Neden anlatıyorum bunları oraya da geleceğim.
İnsan sosyal bir varlık.
Ve diğer insanlarla sıklıkla yan yana geliyor, temasa geçiyor.
Bazen zorunluluktan bazen isteyerek.
Otobüsler, asansör, apartman daireleri, otoparklar, sahil, piknik alanları, okul, spor salonu, çarşı ve pazar, ormanlar…
İnsanın girdiği her noktayı irili ufaklı buraya yazabiliriz.
Eğer müstakil bir evde yaşamıyorsam evde bulunduğum tüm zaman içerisinde komşularımın da yaşamsal alanlarını düşünmek zorundayım.
Piknik yapmaya gittiysem orada bulunduğum saatler içinde çevreye saygılı olmayı bilmeli; eğlendiğim, hoşça vakit geçirdiğim bu yerden ayrılırken arkamda bana ait atıklar bırakmamalıyım.
Otobüsle seyahat ediyorsam yaptığım telefon görüşmesinin tüm detaylarını diğer insanlara dinletmemeliyim.
Apartmana geç bir saatte çoluk çocuğumla giriyorsam insanların uyumuş olabileceklerini düşünüp adımlarımı ona göre atmalıyım.
Ve yine istediğim saatte çocuğumla bağır çağır etkinlik yapmamam gerektiğini,
Sigara içiyorsam söndürmeden çöpün içine atamayacağımı,
Hayvanların yaşam alanlarını istila edip sonra bir de pişkin pişkin sopayla kovalamamam gerektiğini de biliyor olmam gerekir.
Şimdi efendim artık belli bir yaşa gelmiş insanlara “elini yıka”, “yere tükürme”, “tuvaletini ağaç dibine yapma”, “çöpü çöpe at” demenin hiçbir anlamı yok.
O yaşa gelmiş ve hala en basit yaşam pratiklerini uygulamaya geçememişse geçmiş olsun.
Tüm bu alışkanlıklar, toplum sözleşmesi, çevreye duyarlı ve saygılı olmak küçük yaşlarda veriliyor.
Sevgili babama “ama baba sen de çok takılıyorsun” dediğim zamanlar geliyor aklıma.
Alt komşu rahatsız olmasın diye terliğimizi yere sürüyerek yürümemize müsaade etmezdi.
Apartman kapısını yavaşça örtmeyi, kapı önünü ayakkabılığa çevirmemeyi, ilerleyen saatlerde televizyonun sesini kısmayı, çocuğuz diye zırt pırt kornaya basma hakkımızın olmayışını ve sayabileceğim nice alt başlık.
Anneme fırsat vermediği konular diyebilirim.
Buradan geçmişe baktığımda ve insanlarla dolaylı ya da doğrudan temasa geçtiğim birçok anda bize söyledikleri geliyor aklıma.
Yapmak istediği şey bizi üzmek, kısıtlamak değildi.
Toplu halde üzerinde yaşadığımız bu dünyaya ve tüm canlılara saygı duymayı öğretmekti.
Belki üslubu biraz sertti ama kalıcı olarak öğrendiğim bir şey varsa ben yalnız değilim ve bu dünya benim olduğu kadar herkesin evi.
Demek istediğim şu ki çocuklarınız sizin iki adım önünüzde olsun ve onlara bunu sağlayabilecek alt yapıya sahip değilseniz üremek zorunda da değilsiniz.
Nesli devam ettirme çabaları, miras bırakma arzusu -ki ekonomik gerçekliği düşünecek olursak borç bırakmayın yeter-, yaşlanınca yalnız kalmayayımlar, bastıran hormonlar vs derken ortaya hiç de hoş olmayan bir tablo çıkıyor.
Sende bir şey yoksa üzülerek söylüyorum çocuğunda da pek fark yaratamıyorsun.
Mayasında vardır, yolunu bulabilir ki bunlar istisna.
Hafızanı, genini aktarmak zorunda değilsin.
Bırak, sende olan sende kalsın.
Üstüne çalışmadığın hiçbir şeyden iyi sonuç bekleme.
Kitap okumuyorsan, “oku” demenin,
Ağzında sigarayla “sigara içmek zararlı” uyarısında bulunmanın ve onlarca örnek sayabileceğim “dediğimi yap, yaptığımı yapma” uygulamasının işe yaramadığını artık öğrenelim ve kabul edelim.
Çocuklar tertemiz hafızaya sahip varlıklar.
O hafızayı çöpe de çevirebiliriz çiçek bahçesine de.
Mahatma Gandhi’nin çok kıymetli sözüyle noktayı koyayım;
“Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol”