Bir put kırıcı: Martin Eden
Uyumadan önceki son eylemim genelde okumak oluyor. İnterneti kapatıp telefonumdan uzaklaşıyor ve loş bir ışık eşliğinde başka bir dünyaya geçiş yapıyorum. Son...
Uyumadan önceki son eylemim genelde okumak oluyor.
İnterneti kapatıp telefonumdan uzaklaşıyor ve loş bir ışık eşliğinde başka bir dünyaya geçiş yapıyorum.
Son günlerde elimde Martin Eden vardı.
Jack London’ın Vahşetin Çağrısı kadar bilinmeyen ancak etkisi büyük eseri.
Martin Eden yarı otobiyografik bir roman.
Jack London’ın hayatından da izler taşıyan kült bir eser.
Yazar, denizci bir gencin Morse ailesiyle tanışmasından sonra sınıf atlama mücadelesi için verdiği çok yönlü çabayı işliyor.
Martin karakteri o güne dek yaşamını ve bulunduğu yeri başkalarıyla kıyaslamak durumunda kalmamış.
Ne zaman burjuvaziyle tanışıyor, işte o zaman Martin, elinde olanlara ve olmayanlara bakmaya başlıyor.
Morse ailesinin kızları Ruth, Martin’in bambaşka duyguların içinden geçmesine neden olurken; bu duygular onu önce okumaya ve sonrasında da yazmaya itiyor.
Kullandığı dili değiştirmek için gramer kitaplarına sarılıyor, kütüphanenin yolunu öğreniyor.
Eline geçen her kitabı okumak ve anlamak zorunda hissediyor.
Bu öyle bir noktaya varıyor ki uyuduğu saatleri bir kayıp olarak nitelendiriyor.
Günler geçtikçe ilgi alanları oluşuyor; şiirle başlayan yolculuğu felsefeye doğru bir yön çiziyor.
Üst sınıf olarak gördüğü insanların konuştuğu konulara, kültürlerine, giyimlerine ve davranışlarına öykünüyor.
Martin adeta yontulmamış bir odun parçası gibi her an kendi üzerinde çalışmalar yapıyor ama onlar gibi olabilmesi için bir statü edinmesi gerektiğinin de farkında olarak.
Ruth’a olan aşkı Martin’i disiplinli şekilde çalışmaya itiyor.
Sürekli okuyor, kurcalıyor, notlar alıyor.
Ruth ve ailesi nezdinde ise asla onlar gibi olamayacak biri Martin.
İçinde büyüyen aşkıyla iflah olmaz bir romantik gibi görünse de Martin’in gerçekçi bir yapıya sahip olduğunu sayfalar ilerledikçe görüyoruz.
Ait olduğu sınıftan ayrışmaya çalışırken; burjuvaziyi de tanıyıp öğreniyor.
Eğitimli ve cepleri dolgun olan bu güruh, kendisini değerlendirmesinin bir ölçütü oluyor.
Onları tanımak hatta onlar gibi olmak isterken içindeki yazma potansiyeli vahşi bir kısrak gibi dört nala koşuyor.
Ancak, ne yaparsa yapsın asla yeterli olmuyor.
Cebi delik, eğitimsiz bu genç, bazı akşamlarda Morse ailesinin yemek masasına kattığı alaycı bir renk olmanın ötesine geçemiyor.
Yazdığı onlarca yazıyı gazetelere, dergilere gönderiyor.
Her defasında iade gerçeğiyle yüzleşiyor.
Posta pulu, oda kirası, daktilo borcu derken eksiye inip her yere borçlanıyor.
Ne kendi ailesi ne de Ruth onun bu yazarlık serüvenini destekliyor.
Gerçek bir erkek olup adam akıllı para kazanacağı bir işle meşgul olmasını telkin ediyorlar.
Martin’in inanmışlığı, çalışkanlığı beni hayretler içinde bırakıyor.
Okuduğu kitaplar, yazdığı sayfalarca metin onu geri dönülemez şekilde değiştirirken, zaman içinde ulaşmak istediği yerin kofluğunu fark etmesini de sağlıyor.
Aşkı sorguluyor Martin.
Büyüdüğü sınıfa ait sanıyor kendini; olmuyor.
Arzu duyduğu sınıfa ise uzaklaşıyor.
Eskiden sohbet ettiklerine tahammül edemiyor; sohbet edebileceğini düşündüklerinin ise büyük bir yanılgıdan ibaret olduğunu anlıyor.
Martin hayalini kurduğu şeylere bir bir ulaşırken giderek mutsuzlaştığını fark ediyor.
Kazancını ve ününü artırmak istediği günlerde, yeni tanıştığı Brissenden, “Güzelliği yalnız güzellik için sev.” diyor Martin’e.
Ve yine, “Sen zevki, yaptığın şey sayesinde ulaştığın başarıda değil, o şeyi yapmakta buluyorsun. Hedefin güzellik olsun. Ne diye güzelliği paraya dönüştürmeye çabalıyorsun?” derken, Brissenden beni de kalbimden yakalıyor.
Bu ardı arkası kesilmeyen diyaloglar sayfaları çevirdikçe karşılaştığım; dönüşüm, yabancılaşma, bireycilik, elde etmiş olmanın mutsuzluğu, görünen ve görünmeyenin öteki yüzü, kültürcülük oyunu üstüne düşünmemi sağlıyor.
-yor diyorum çünkü okumak, kapağı kapattıktan sonra biten değil; etkisi yaşamın birçok notasında kendini gösteren sesler bütünü.
Olduğum, olmak istediğim yere işaret eden bu sayfalara teşekkür ederken, şuraya Horatius’tan da birkaç satır bırakıyorum:
Ne hazineler ne rütbeler, cübbeler
Atabilir yüreklerden
Yaldızlı direkler altında uçuşan
Acı dertleri, kaygıları.